17 Eylül 2012 Pazartesi
Afacan Sınıf
Okulun ilk günü afacanlar iş başına geçmişti.Okulları değişmişti. Biliyormusunuz kapı meğersem bozukmuş kapıyı çarpılmasıyla kapı bir daha açılmadı. Ama merak etmeyin sonradan açıldı. Afacanlar yaramazlık yapmaya devam ediyorlardı. Öğretmen geldiğinde ceza verdi. Hepsi ayak üstünde durdular eve gittiklerinde hemen uyudular. Çünkü ayakları çok ağrıyordu.....
16 Eylül 2012 Pazar
PADİŞAH İLE ÇOBAN
Zamanında padişahın oğlu çözümü olmayan bir hastalığa yakalanmış. Doktor doktor gezmişler,bir çözüm bulamamışlar. En sonunda birisi, bir yörük köyünde koyun otlatan çobana git o çoban gamsız kedersiz birisi. O çobanın göyneğini alırsan sen bu hastalıktan kurtulursun,demiş. Araya araya bu dağdaki yörüğü bulmuşlar. Padişahın oğlu çobana demiş ki,ben bir amansız hastalığa yakalandım.Çözümümde sensin. Senin bu göyneğini alırsam ben dertten kurtulcakmışım . Bunu dediği anda bizim yörük çoban iki elini şakaklarına alıp düşünceye dalmış. Tabi padişahın oğlu şaşırmış. Neden böyle oldu? Biz seni dertsiz,gamsız,tasasız bir kişi biliyorduk. Çoban, koskoca padişahın oğlu gelmiş benden göynek istiyor. Ama benim ona verbilecek bir göyneğim bile yok. Ben düşünmeyeyim, dert etmeyeyimde kim dert etsin demiş.
15 Eylül 2012 Cumartesi
PEPEE 'NİN DOĞUM GÜNÜ
Pepee bugün çok üzgündü. Çünkü Pepenin bügün doğum günüydü. ama arkadaşları ve ailesinin hatırlamadığını zannediyordu. ama tam tersine pepeye süpriz doğum günü hazırlıyorlardı pepede herkese küsmüş Şilaya Bebeye Zuluya annesine babasına küsmüş. pepeye özel bir konuşma akşam olmuş pepenin gözlerini kapatıp bahçeye çıkarmışlar gözünü açtıklarında pepee hem şaşırıp hemde sevinmiş . herkes o öel konuşamayı yapmaya başlamışlar.
Annesi: Pepecim ben senin hiç doğum gününü unuturmuyum bebee sana şarkı yaptı hadi hepberaber söyleyelim
bebenin şarkısı abilerin en güzeli sen bana oyuncaklını verdin sen olamasan neyapardım ben seni çok severim canım abiim...
Annesi: Pepecim ben senin hiç doğum gününü unuturmuyum bebee sana şarkı yaptı hadi hepberaber söyleyelim
bebenin şarkısı abilerin en güzeli sen bana oyuncaklını verdin sen olamasan neyapardım ben seni çok severim canım abiim...
27 Mart 2012 Salı
UZUN KULAK AİLESİ
bir gün uzun kulak ailesinden büyük anne nemborg ve büyük baba rectron tatile çıkmak isterler isterler fakat torunları onları bırakmak istemiyordur büyükanne nemborg torunlarınında yanında götürmek istiyordur ve kızı jelly ye şöyle der jerry mary cek leon edvrd ve maykıl bizimle gelsin der kızı jelly bunu kabul eder gitmeden önce edvrd bir hayal kurar büyükannesinin ve büyükbabasının onları bir bolo ya götürdüğünü düşünür ve orda kardeşleriyle birlikte sahneye çıkıp şarkı söylediğini hayal ederken bir anda gitme saati gelmiştir büyükbabası edvrd ve kardeşlerine bavullarını hazırlamasını söyler ve hep birlikte bavullarını hazırlayarak aşağı ya inerler ve yola koyulurlar 1 saat sonra tatil köyüne varırlar edvrd ve kardeşleri çok mutlu bir şekilde bavullarıyla odalarına çıkarlar ve hemen eşyalarını yerleştirerek aşağıya havuza inerler havuzda oyun oynarlar daha sonra yukarıya çıkıp üstlerini değiştirirler ve akşam yemeğine inerler hepsi birlikte çok şık giyinmişlerdir yemeklerini yedikten sonra büyükannesi ve büyükbabası onlara bir süpriz yaparlar bir boloya gideceklerini söylerler ve boloyo doğru yola çıkarlar az sonra boloya va rmışlardır boloda bir yarışma olduğunu gören edvrd bunu kardeşlerine söyliyerek bu yarışmaya katılırlar yarışma şarkı yarışmasıdır ve yarışma başlar edvrd ve kardeşleri sahneye çıkarak şarkı söylerler daha sonra yarışmaya katılan diğer şarkıcılarda şarkılarını söyler ve yarışmanın birincisi açıklarınır yarışmanın birincisi edvrd ve kardeşleridir daha sonra hepsi birer madalya alır
edvrd kardeşleri çok mutludur edvrd içinden rüyalarının gelçek olduğuna inanır .
edvrd kardeşleri çok mutludur edvrd içinden rüyalarının gelçek olduğuna inanır .
CÜCE VE DANTEL
2009 tatilimizi anlatıyoruz iyi ve dikkatli dinleyin bu anlattıklarımızdan herkes kendinden bir şey bulacak. hikayeye başlarsak ; biz iki kuzen her yaz bulgaristana tatile gideriz. fakat bu tatil korku dramitik heycan aşk tutku eğlenceli ve sayamadımız tüm kategorileri içine alır.konaya hemen ordaki iki gerizekalıdan girmek istorum.bunların lakabı dantel ve cücüktür. dantel köyün önemli şizofren bir kişiliğidir. cücük ise köyün önemli bir mevkinde djlik yapar.ilk gitimiz gün biz kuzenler ve komşu kızı ve 3.kuzenimizde köşke gideriz. köşkte cücük ve dantelden konuşuken 20 metre ilerden gelen deliyi komşu kızı fark eder ve çıığlıklarla kaçın diye bağırmaya başlar bu deli çok uzun boylu ve yüzünün tamımı kapalı bir adamdır .birden komşu kızının çığlıklarıya şok gireriz ve karşıdan gelen deliyi görürz ve kaçışmaya başlarız arkada kalan 3.kuzen M. korkusuzca gülmektedir. ve arkadan bize yetişmeye çalşmaktadır deliyle arasında 2 metre kalan kuzenimiz gülmekte olan suratını korkuyla kaplamıştır ve bağırmaya başlamıştır. bize yetişemeyen kuzenimizi ne kdar arasakta bulamyız ve onun nerde kimseye soyleyemeyiz.çünkü köyde söylenen köşk laneti yüzünden oraya gitmek yasaktır. kuzenimiz akşamın derinliklerinde ormanda bir başınayken biz evimizde nankörce uyuyorduk evet bu yaptığımız çok acı insanlık dışı bir şey olsada ertesi gün 3.kuzenimiz evin yolunu bulacaktı bu kuzenimiz çok haytaydı. sabah erkenden kalktık kahvaltımızı yedik fakatt 3.kuzen gelmemişti lanetli köşk hikayeleri doğrumuydu yoksa ? bir anda içimizi saran ürperti 5 dk snra diğer köyden gelen dier kuzenle gülüşlere dönüştü 3. lkuzenimiz M.yi unutmuştuk bile ve o gn cücünün diskosu vardı . biz 3.kuzeni unutmusken diskoya gittik delice eğlendik biralar içtik .ve bir anda camda siyah tıpkı 3.kuzenimize benzeyen biriyle göz göze geldik ve bize burnunu karştırark dil çıkardı napmaya çalıştını anlayamamaızla birlikte cücünün yanında güvende oldumuzu hissettik bize şarkılar açtı adımızı söyleyerek bizi çoşturdu belliki biizmle arkadaşlık kurmak istiyordu.biz de buna karşılık verdik ve bu arkadaşlıklıa başlıyan ilişkimiz kuzenlerin biriyle aşka dönüştü . bu olaylar gelişirken 3. kuzenin nerede oplduğu hala bilinmiyorudu ailesi tedirginleşmeye başlayan ailesi polis ekibine haber verdi. bju olaylar gelişirken sorgulanan biz onunla bir ilgimiz olmadı söyledik. ertesi gün karşımızda beliren dantel kuznelerin diğeriyle tutkulu bir aşk yaşadı. delinin nerde oldunu kimse bilmiyordu fakat herkez onunn deli oldunu soylesde biz hiçte öyle düşünmüyorduk nedenini birasdan okuyacağınız satırlarda yuazdıklarımızda anlıcaksınız. akşam eve gittimzde rahatça uyuduk ve sabah köşke gidip kıuzeni aramaaya başladık . birden karşımızda dantelle cücü belirdi şaşkındılar birden bizi görünce birşeyden korkumuşlardı biz bunun nedenini tabiki anlamamaıştık daha sonra dantel ve cücü ortadan bir anda kayboldu kimse koyboldunun farkına varmazken araştırmayı seven kuzenimz (cücüyle aşk yaşayan,) onların kayboldunu görmüş ve aramaya koyulmustu onları ararken karşısında bir anda dökük bir şekilde 3. kuzenini buldu ve onunla birlikte diğerlerinin yanına gitti ve herkez onu bulduna çok mutluydu fakat bir sorun vardı kuzenimz artık hiç konusmuyordu dilini yuttu sandık . bu araştırmacı kuzenimiz yine bir olayı yakalamıştı gecenin saat 3 ünde bu 3.kuzenin dışarı çıktını gördü ve balkondan onu izlerken cücü ve dantelle buluştunu gördü. ses çıkarmayan araştırmacı kuzen bıunları biraZ iizledikten sonra bu 3. kuzen eve geldi ve tekrar yattı bu hiç konusamayan kız nasıl olduda orda konusmuştu . sabah erkenden 2 kuzen yani biz olayı araştırmaya koyuldıuk ve köşkte minik bir kağıt parçası gördük bu parçada yazann bazı kelimeler bizi diskoya götürdü ve arka tarftaki boş biranın içinde ki notu bulmamızı sağladı.notun içinde dantel ve cücünün hayin planları yer alıyordu. bu planlarda o delinin dantel ve cücü olduğu açıktı. ve dedimiz gibi o bir deli değildi aksi taktirde onlar tam bir zekiydi. böyle bir planın içne girmek gereçkten çok korkunç birrşeydi hemen eve gitik bavullarımızı topladık tıpkı bihter ve behlünün evden kaçmak isteyip kaçamadıkları gibi . evdeki büyüklere olanları anlalatsakta bize inanmayıp bağırdılar belliki evden de biri bunu biliyordu . fakat bu kişi kimdi ? gece olunca evden kaçıcaktık saat 4 ü gösterdiğinde bavullarımzla evden çıkarken mutfaktan bir ses geldi içeri seesizce baktık konuşulanları dinledik ve birden dedemizi gördük demeki evde bu işi bilen kişi dedemizdi. sesizce evden kaçarken kuzenimizn telefonunu düşürmesiyle kaçtımız nalşıldı deli gibi koşuyorduk ve bizi bulmadılar otobüse bindik istanbula döndük hala bizi aramalarına ragmen bulamıyorllar . bunu size açıklamamızın sebebi içimizde olan bu korkunç duygunun bizi kemiirmesi.
SUDA BOĞULAN ÇOCUK
Ahmet bir gün ailesiyle birlikte denize gideceklerdi. Ahmet çok telailıydı babasına bir an önce gidelim baba:
Tamam oğlum çok telaşlısın
telaşlı ne demek heyecandan ölecegim .
Yola cıkmıştık Ahmetin karnı çok açıkmıştı baba
efendim oğlum
Benim karnım açıktı
az kaldı mangal yaparız oh bi güzel yeriz
Ahmetler serin gölgeli bir yer bulmuşlardı . eee baba hadi
Dur oğlum
yaaa bir an önce denize girmek istiyorum . ailesi izin vermemiş. Ahmet gizlice denizin orda gezmiş. haydi bismillah diyerek denize girmiş ama yüzmeyi bilmiyormuş.imdattttttt! diye ses gelmiş babası eyvahhh Ahmet yokk .Ailesi cok üzülmüş
Tamam oğlum çok telaşlısın
telaşlı ne demek heyecandan ölecegim .
Yola cıkmıştık Ahmetin karnı çok açıkmıştı baba
efendim oğlum
Benim karnım açıktı
az kaldı mangal yaparız oh bi güzel yeriz
Ahmetler serin gölgeli bir yer bulmuşlardı . eee baba hadi
Dur oğlum
yaaa bir an önce denize girmek istiyorum . ailesi izin vermemiş. Ahmet gizlice denizin orda gezmiş. haydi bismillah diyerek denize girmiş ama yüzmeyi bilmiyormuş.imdattttttt! diye ses gelmiş babası eyvahhh Ahmet yokk .Ailesi cok üzülmüş
KIYIDAKİ BALIK
bir varmış bir yokmuş evvel zaman içinde bir tane çocuk varmış. bu çocuğun ismi emre'ymiş. emre bir gün ailesiyle tatile gitmiş. orada yazlıkları varmış. emre yolda kara'ya vurmuş bir balık görmüş, hiç aldırmamış! bakmış ki karşıdan bir motor geliyor , biraz tedirginleşmiş ama bakmış ki motor durmuş içi rahatlamış birden motor hareket etmiş balığı görmemiş ve ezip geçmiş emre balığın yanına gitmiş bakmış balık sapa sağlam sadece kolunu yaralamış bi an düşünmüş: eyer ben onu kaldırmasaydım başka bir araç gelip onu öldüre bilirdi! emre hemen balığı alıp eve götürmüş bir kavanozun içine koyup su doldurdu. annesi emre'yi görünce tebrik etti ve şöyle dedi: seni tebrik ederim emreciğim sen doğru olanı yaptın çünkü oda bizim gibi bir canlı biri bizi yaralasaydı ve ihtiyacımız olan şeyi yapmasaydı hiç hoşumuza gitmezdi emin ol şimdi bu balık sen onu kurtardığın için sana şükür ediyodur. dedi. emre artık nerede bir hayvan veya başka bir şey görse onu hemen ihtiyacı olan yere götürmeye başladı.
GERÇEK TATİLDE YAŞADIK
Merhaba . havuzdan sonra Ayşe ile bizim eve gittik
. Evde kimse yoktu. Annemgil teyzemlere gitmişti.
dedimki bizde kal .Ayşegül anneme haber veriyim . Bende mutlu oldum ayşegülü çok seviyorudum. o benim en iyi arkadaşımdı. Sonra ailesinden izin aldı ve benle kaldı. Bir süre sonra güneş battı gece olmuştu.
Herkes evine gitmişti. biz ise kız kıza kalmıştık.
Ne yapsak die düşünürken tv izleyelim dedik. Bir süre sonra da ondan da sıkıldık . pc oynadık ondanda sıkıldık. Ayşegül bana gizem gelde beraber dışarı cıkalım parka gidelim dedi. Aldık çekirdekleri. Saat 8 bucuk du galiba. Sonra parkta kimse yoktu. Ama ben salanmak istedim tam sallanırken oturduğum yerde bi kağırt olduğunu fark ettim. Kağırta yalandan bir göz attım ayşegül gizem falan yazıodu . Iyy dedim hemen kalkdım. Kağırt kırlı gozukuodu. Ayşegül ne oldu dedi bende pis kağırdın üstüne oturdum dedim oda hm bakıyım arkana bişi olmuşmu olmamış olmamış dedi. Tmm dedim gittim yanına çekirdek cıtıoz. Sonra saat 9 bucuk olunca hadi gidelim dedim . Isız bi yer dedım . Ayşegül tmm dedi biraz daha duralım ole . hava okadar güzeldi ki. Bi an biri geldi yaşlı biri. Yırtıp atığım kağırdı aldı düzledi . ve cebine koydu. Bende ıyyy.. Nappcakk o kağırdıı ıykkk ıyykk dıodum .Ayşegül hadi gidelim dedi gittik. Sonra evde bi bakdım anahtarım yok !. Telefon da yanımda yok . Hemen geri parka gittik . Yok yok yok yok . neyse cılıngır falan cağırdık ole girdik. Ama olanlar böle de kalmadı . TV acılmadı elektırıkler gitti. Ama biz hala işin gırgırdındaydık. Elektirik gittiğinden sonra bizim odaya geçelim dedim. Benim odamda kocaman tablo vardı aile tablomuz. Ben gosteriodum aıle tabolumuz ama resim belli değildi. Neyse biraz fıkra falan anlattık:) sesiz sinama oynadık. Dışarı ışığıyla zar zor kendımızı goruoduk bi an ışık gelmesiyle benim bağırmam bir oldu . Ben tam tabloya bakarken ışık geldi ama tabloda o yırtıp attığım kağırt aynen şoyle yazıyordu : GİZEM AYŞEGÜL sonrası çok karışıktı okuyamıordum o an kendımı yatağa attım . Ağlıyordum ayşegül noldu noldu diyince yatakdan kalkdım ve gozum kapalı bir şekilde tabloya bak die bağırıyordum. Birden ayşegül elimi gözümden cekti. Ne var ki dedi bağırdı gözümü açdım hiçbirşey yoktu ama gördüğüme emindim
. Evde kimse yoktu. Annemgil teyzemlere gitmişti.
dedimki bizde kal .Ayşegül anneme haber veriyim . Bende mutlu oldum ayşegülü çok seviyorudum. o benim en iyi arkadaşımdı. Sonra ailesinden izin aldı ve benle kaldı. Bir süre sonra güneş battı gece olmuştu.
Herkes evine gitmişti. biz ise kız kıza kalmıştık.
Ne yapsak die düşünürken tv izleyelim dedik. Bir süre sonra da ondan da sıkıldık . pc oynadık ondanda sıkıldık. Ayşegül bana gizem gelde beraber dışarı cıkalım parka gidelim dedi. Aldık çekirdekleri. Saat 8 bucuk du galiba. Sonra parkta kimse yoktu. Ama ben salanmak istedim tam sallanırken oturduğum yerde bi kağırt olduğunu fark ettim. Kağırta yalandan bir göz attım ayşegül gizem falan yazıodu . Iyy dedim hemen kalkdım. Kağırt kırlı gozukuodu. Ayşegül ne oldu dedi bende pis kağırdın üstüne oturdum dedim oda hm bakıyım arkana bişi olmuşmu olmamış olmamış dedi. Tmm dedim gittim yanına çekirdek cıtıoz. Sonra saat 9 bucuk olunca hadi gidelim dedim . Isız bi yer dedım . Ayşegül tmm dedi biraz daha duralım ole . hava okadar güzeldi ki. Bi an biri geldi yaşlı biri. Yırtıp atığım kağırdı aldı düzledi . ve cebine koydu. Bende ıyyy.. Nappcakk o kağırdıı ıykkk ıyykk dıodum .Ayşegül hadi gidelim dedi gittik. Sonra evde bi bakdım anahtarım yok !. Telefon da yanımda yok . Hemen geri parka gittik . Yok yok yok yok . neyse cılıngır falan cağırdık ole girdik. Ama olanlar böle de kalmadı . TV acılmadı elektırıkler gitti. Ama biz hala işin gırgırdındaydık. Elektirik gittiğinden sonra bizim odaya geçelim dedim. Benim odamda kocaman tablo vardı aile tablomuz. Ben gosteriodum aıle tabolumuz ama resim belli değildi. Neyse biraz fıkra falan anlattık:) sesiz sinama oynadık. Dışarı ışığıyla zar zor kendımızı goruoduk bi an ışık gelmesiyle benim bağırmam bir oldu . Ben tam tabloya bakarken ışık geldi ama tabloda o yırtıp attığım kağırt aynen şoyle yazıyordu : GİZEM AYŞEGÜL sonrası çok karışıktı okuyamıordum o an kendımı yatağa attım . Ağlıyordum ayşegül noldu noldu diyince yatakdan kalkdım ve gozum kapalı bir şekilde tabloya bak die bağırıyordum. Birden ayşegül elimi gözümden cekti. Ne var ki dedi bağırdı gözümü açdım hiçbirşey yoktu ama gördüğüme emindim
14 Ocak 2012 Cumartesi
BAŞARI ÖĞRENCİ İLAYDA
ilayda adında bir çocuk vardı. ilayda okulun en başarılı öğrencisiydi.ilayda 1 e gidiyordu.ilayda nın en sevdiyi ders matematik ve türkçeymiş.karne günü geldiğinde.ilayda nın karnesi 5 gelmişti.ilayda çok sevindi. babası karşılığında ilayday a bisiklet alacakmış ve almış.ama ilayda bisikleti hiiiiiiiç binmemişti. babası ilayda ya bisikletinin
bozulacağını sçyledi. okullar açıldı. ilayda 2 ye geçti. gine karnesi 5 geldi. ilayda 3 e geçti . ve ilayda okulun en zeki kişi seçildi.
bozulacağını sçyledi. okullar açıldı. ilayda 2 ye geçti. gine karnesi 5 geldi. ilayda 3 e geçti . ve ilayda okulun en zeki kişi seçildi.
SAVAŞCI ÇOCUK
Bir zamanlar kralın huzuruna çıkan 7 çocuk:
-Bizi neden çağırdınız kralım. der.
Kral:
-Duyduğuma göre savaşçı olmak istiyorsunuz.
-Aileniz düşmanların elinde rehine.
Çocuklar giderken kral:
-Orada yedi dağın yedi 99 metre boyunda yılan vardır.
Çocuklar gider.Yılan karşısına çıkınca saldırırlar.
En güzel Yusuf yılanı 10000 metrelik bir dereye atana kadar savaşır.Ailelerini bulunca binlerce canavar karşılarına çıkar.Herkesi geçince ailelerine gider.Orada dört güçlü savaşçı çocukları alır eline.Aileler elinde demir ile o robotları vurur parçalar.Çocuklar ülkeye gelene kadar kral yok olur gider.Çocuklar:
-İleriii
Kralı bulunca ülkenin baş savaşçıları olacaklardı.Düşman süngüleri ile çıktı öne.Yunus:
-Aaa karşılama töreni.
-Ama kibarlık yok.
Çocuklar saldırır.Herkezi yakalar.Yusuf hariç.Onu yakalayın der.Yusuf:
-Beni özledin mi?
Sonra sonsuz havuza girer.Girince ölümsüz olur.Tek başına savaşınca kazanır.Yusuf her kralın emrinde iyi kişileri havuza atar.Rabia,Yunus,Baran,Berfin,Mizgin ve Samet Yusuf'a bakarak havuza girer.Savaş bitince onlar baş savaşçı olur.Grup adı düşününce Samet:
-Benim düşündüğümü düşünüyormusunuz?
Hepsi aynı anda:
-Savaşçı Çocuklar.
Aradan aylar geçer 40 gün 40 gece parti olur.Sonsuza dek mutlu kalırlar.
Zaten ölümsüzler onların sonu nerede.Her neyse.Görüşürüz
-Bizi neden çağırdınız kralım. der.
Kral:
-Duyduğuma göre savaşçı olmak istiyorsunuz.
-Aileniz düşmanların elinde rehine.
Çocuklar giderken kral:
-Orada yedi dağın yedi 99 metre boyunda yılan vardır.
Çocuklar gider.Yılan karşısına çıkınca saldırırlar.
En güzel Yusuf yılanı 10000 metrelik bir dereye atana kadar savaşır.Ailelerini bulunca binlerce canavar karşılarına çıkar.Herkesi geçince ailelerine gider.Orada dört güçlü savaşçı çocukları alır eline.Aileler elinde demir ile o robotları vurur parçalar.Çocuklar ülkeye gelene kadar kral yok olur gider.Çocuklar:
-İleriii
Kralı bulunca ülkenin baş savaşçıları olacaklardı.Düşman süngüleri ile çıktı öne.Yunus:
-Aaa karşılama töreni.
-Ama kibarlık yok.
Çocuklar saldırır.Herkezi yakalar.Yusuf hariç.Onu yakalayın der.Yusuf:
-Beni özledin mi?
Sonra sonsuz havuza girer.Girince ölümsüz olur.Tek başına savaşınca kazanır.Yusuf her kralın emrinde iyi kişileri havuza atar.Rabia,Yunus,Baran,Berfin,Mizgin ve Samet Yusuf'a bakarak havuza girer.Savaş bitince onlar baş savaşçı olur.Grup adı düşününce Samet:
-Benim düşündüğümü düşünüyormusunuz?
Hepsi aynı anda:
-Savaşçı Çocuklar.
Aradan aylar geçer 40 gün 40 gece parti olur.Sonsuza dek mutlu kalırlar.
Zaten ölümsüzler onların sonu nerede.Her neyse.Görüşürüz
KAHRAMAN SAVAŞCI EYÜP
Eyüp bir gün kralın huzuruyla İsrail A.B.D ve Yunanistan’a gitmesini savaş başlatmasını emrediyor.Eyüp 20.000 asker ile savaşa gitti.Orada da İsrail A.B.D ve Yunanistan’ın birleşmiş (ortak) olduğunu görüyor.Ama Eyüp güveni yitirmiyor.Kahraman iki asker ile savaşı kazanacağını inanıyor.Bu askerlerin adı:Baran ve Yusuf idi.Samet ve Yunus’a da güveniyor. Savaş başlar ve emir verir.
Eyüp:
-İleriiii
Eyüp önüne gelene acınmıyor ve öldürüyor ve onun sayesinde kazanıyorlardı.
Kralın huzuruna gidip
Eyüp
-Emrinizi yerine getirdim.
Kral:
-Aferin seni büyük bir kahraman savaşçı yapıyorum.
Eyüp:
-İleriiii
Eyüp önüne gelene acınmıyor ve öldürüyor ve onun sayesinde kazanıyorlardı.
Kralın huzuruna gidip
Eyüp
-Emrinizi yerine getirdim.
Kral:
-Aferin seni büyük bir kahraman savaşçı yapıyorum.
KAR VE ÇOCUK
Çocuk evinin camından dışarı baktı. Hayalleri cama takıldı. Parka gitmek istiyordu diğer bütün çocuklar gibi. Salıncakta sallandıkça mutlu olacaktı çocuk. Dönme dolaplarda dönecekti. Sesi diğer çocukların seslerine karışacaktı. Bütün çocukların sesleri kuş seslerine karışacaktı. Ve çok mutlu olacaktı. Sadece parka gitmesi yetecekti. Başka bir şey istemiyordu. Mutlu olması için iki zincirin ucundaki küçük bir tahta parçası yetecekti ona. “Ah! şimdi parkta olabilseydim.” dedi. Elleri ile cama dokundu. Camın soğukluğu onun küçücük yüreğine. Mutlulukla arasındaki engeli cam olarak gördü birden. Bir de dışarıda ki bembeyaz örtüyü. Nasıl da her yeri kaplamıştı. Bir taraftan da küçük küçük beyaz tanecikler iniyordu gökyüzünden. Ne kadar da çoklardı. Sanki onlarda kendi aralarında oynuyordu. Bir sağa bir sola çığlık çığlığa koşuyordu. Tıpkı çocuklar gibi. Telaşlı ve ürkek birden bitiverecek gibi mutlulukları. Sanki birisi, “artık yeter şimdi eve gidiyoruz” diyecek ,alıp götürecekti hepsini.
Çocuk görünce baktığı camdan, küçük beyaz taneciklerin sevincini… Unutuverdi kendi içini saran kederini. Çekti camdan ellerini. Bahara erteledi parka gitme hayallerini. Çünkü isminin kar olduğunu öğrendiği bu küçük beyaz taneciklerin baharıydı içinde bulunduğu zaman. Isıttı küçücük yüreğinin içini, neşeli dansı kar tanelerinin. Birde ilerideki okulun bahçesinde şen şakrak kar topu oynayan çocukların sesleri geldi kulağın,ne güzeldi. Çocukların yaptığı kömür gözlü,havuç burunlu kardan adamın gülümseyen yüzünü görünce, daha da sevdi kar tanelerini. Parka gitmiş kadar mutluydu sanki, içindeki coşkuyu haykırmak istiyordu.
Sesini duyurmak istercesine dünyadaki bütün kar tanelerine. “Sizi seviyorum kar taneleri! Hepinizi çok seviyorum!”diye bağırdı. Ve daha çabuk büyüyüp kar taneleri ile oynamanın hayallerine dalarken,annesinin kendisine seslenen sesini duydu çocuk. Nasıl kar taneleri uça uça neşe ile iniyorsa yeryüzünün kucağına, çocukta tıpkı kar taneleri gibi gitti uzandı annesinin kucağına.
Çocuk görünce baktığı camdan, küçük beyaz taneciklerin sevincini… Unutuverdi kendi içini saran kederini. Çekti camdan ellerini. Bahara erteledi parka gitme hayallerini. Çünkü isminin kar olduğunu öğrendiği bu küçük beyaz taneciklerin baharıydı içinde bulunduğu zaman. Isıttı küçücük yüreğinin içini, neşeli dansı kar tanelerinin. Birde ilerideki okulun bahçesinde şen şakrak kar topu oynayan çocukların sesleri geldi kulağın,ne güzeldi. Çocukların yaptığı kömür gözlü,havuç burunlu kardan adamın gülümseyen yüzünü görünce, daha da sevdi kar tanelerini. Parka gitmiş kadar mutluydu sanki, içindeki coşkuyu haykırmak istiyordu.
Sesini duyurmak istercesine dünyadaki bütün kar tanelerine. “Sizi seviyorum kar taneleri! Hepinizi çok seviyorum!”diye bağırdı. Ve daha çabuk büyüyüp kar taneleri ile oynamanın hayallerine dalarken,annesinin kendisine seslenen sesini duydu çocuk. Nasıl kar taneleri uça uça neşe ile iniyorsa yeryüzünün kucağına, çocukta tıpkı kar taneleri gibi gitti uzandı annesinin kucağına.
MUTLULUK
Gökyüzünde küme küme dolaşbeyaz bulutları bilirsiniz. İşte obulutların üzerinde ,birzamanlar iyi kalpli bir peri kızı yaşarmış.Altınsarısı saçları ve mavi gözleriyle okadar güzel görünürmüş ki görenlerin aklı başından gidermiş.İyilik yapmasınıda çok severmiş.Bir gün.peri kızı, peri kızı yer yüzüne inmeye karar an,pamuk gibi vermiş.Biryamur tanesine tutununca bir anda kendini bir bahçe duvarının önünde bulmuş. Az ilerde bir çocuk hüngür hüngür alıyormuş.Çocukları çok seven peri kızının yüreyi dağlanmış.Pamuk gibi elleriyle ona dokunup neden aladını sormuş.Küçük çocuk NİÇİN ALAMAYAYIM Kİdemiş.TEK BİR ARKADAŞIM BİLE YOK.HİÇ KİMSE BENİ SEVMİYOR VE BENİMLE OYNAMAK İSTEMİYOR.Dünyanın enmutsuz çocuğu benim.Peri kızı,mutsuz çocuğun saçlarını okşayıp istermisin demiş.Bugün ikimiz arkadaş olalım.Mutsuz . çocuğun bir anda gözleri ışıldamış.Öyle çok sevinmiş ki peri kızının arkadaşlık teklifini hiç düşünmeden kabul etmiş.El ele tutuşup birlikte yürümeye başlamışlar.Bu kadar güzel bir kızla yürümek gururlandırmış onu.Peri kızı ile mutsuz çocuk gide gide bir ormana varmışlar .Ormanda gözleri görmeyen bir çocukla karşılaşmışlar.Gözleri görmeyen çocuğun yanına yaklaşan iki arkadaş MUTLU MUSUN demişler.Görmeyen çocuk gülmüş.SİZLER NELER SÖYLÜYORSUNUZ demiş.BU GÜZEL DÜNYADA MUTSUZ OLMAK MÜMKÜN MÜ.BENİM GÖZLERİM GÖRMÜYOR AMA KULAKLARIM ÇOK İYİ DUYAR .HER GÜN BURAYA GELİP KUŞLARIN ŞARKILARINI DİNLERİM .ÇOK SEVDİĞİM DOSTLARIM VAR BENİM .ONLARLA OLMAK VE KONUŞMALARINI DİNLEMEKTEN MUTLU OLURUM.Sihirli deyneğini görmeyen çocuğa dokunduran peri kızı,AFERİN SANA demiş.HAYATIN GÜZEL YANLARINI GÖRÜP KÜÇÜK ŞEYLERLE MUTLU OLMAYI BAŞARIYORSUN.Bir anda gözleri açılan çocuk çok sevinmiş,kuşlar.ormanı ve çiçekleri görebiliyormuş artık.Bir kendisine birde görmeyen çocuğu düşünen çocuk kendisine kızmaya başlamış.Daha sonra peri kızı ile mutsuz çocuk akşama kadar birlikte dolaşmışlar. Sevgili dostum demiş mutsuz çocuk.Hayatımın engüzel gününü geçirdim seninle.Ütelilik artık gözleri görmeyen çocuğun yaptığı gibi yanlızca hayatın güzel yanlarını düşünüp hayattan zevk alacağım.Sana çok teşekkür ederim. Birdemet kır çiçeyi toplayıp peri kızına armağan eden çocuğun,gök yüzüne doru yükselen peri kızına el sallarken gözlerinin içi gülüyormuş.
KURT VE TAVŞAN
bir gün sewimli bir tavşan ormanda dolaşırken,karşısına bir kurt çıkmış .kurtdan korkan tavşan kaçıcakken kurt;ben dostum bnden kaçmana gerek yok demiş. Ve bu sözleri duyan tavşan durmuş ama kurt hemen onu yemek istiyormuş. aslında kurt tavşanı kandırıyormuş ve kurt onunla gezmek istemiş tavşan ve kurt gezerken kurt tavşanı evine davet etmiş tavşanda kabul etmiş ve akşam olunca kutr un evine gelen tavşan kurtun yemek yapmadığını görünce kuta sormuş;neden yemek yapmadın?demiş kurt; bn akşam yemeğinde s3eni yemek istiyorum demiiş ve tavşanı oracıkta yutmuş. DEMEKKİ BAŞKALARININ EVİNE GİTMEYELİM.....
KELOĞLAN DENİZLER PADİŞAHINA KARŞI
Bir Keloğlan varmış. Bu Keloğlan'ın saçı yokmuş ama aklı çokmuş. Herkesle fikir yarıştırmayı sever, bunu bir oyun haline getirirmiş. Kendi köyü Alaca, komşu köyler Bulaca, Kulaca ve Suluca'da yapılan düğünlere davet edilir ve akıl-fikir yarışmalarında ilk sırayı kimselere bırakmazmış. Mümkün mü Keloğlan'la akıl-fikir yarıştırmak? Keloğlan sorusunu sordu muydu yarışmacılar dilsiz kesilirmiş.
Bulutlar yere inse, yer göğe çıksa, insanlar hangi katta bulunurlar?
Yanan bir ateşin dumanı görünmese bunu kim anlar?
Eller ayaklarla yer değiştirse yürümek nasıl olurdu?
Asıl adı İbrahim olan Keloğlan, zekasının çokluğuyla her zaman öğünen denizler padişahı ile akıl-fikir yarıştırmak için, yola çıkmış.
Keloğlan yolda iki adama rastlamış. Adamlar, hararetli bir şekilde tartışmaktaymış. Keloğlan bir süre adamların tartışmasını izledikten sonra, araya girmiş:
“ Durun ağalar, etmeyin, eylemeyin. Şu koca dünyada, bu dağ başında neyi paylaşamazsınız? “
Keloğlan’ın araya girmesiyle adamlar sakinleşmiş. Adamlardan biri, Keloğlan’a sormuş:
“ Arkadaş, nerelisin, adın ne? “
Keloğlan:
“ Şu dağın ardında kalan Alaca köyündenim. Herkes, bana Keloğlan der. Söyleyin bakalım ağalar, nereden gelir, nereye gidersiniz? Adınız nedir, bir öğrenelim. “
Adamlardan biri:
“ Keloğlan adını duymuşluğum vardı. Benim adım Hacivat, kardeşliğimin adı Karagöz’dür. “
“ Vay, Hacivat ve Karagöz!.. Ben de sizin adınızı duymuştum. Nükteli konuşmalarınızla etrafınızdakileri güldürürmüşsünüz “ diyen Keloğlan, iki ayrılmaz dostla kucaklaşmış.
Daha sonra Karagöz sormuş:
“ Keloğlan, sen köyünden çok uzaktasın. Nereye böyle? “
Bunun üzerine Keloğlan, olanı-biteni anlatmış ve sonunda, denizler padişahı ile akıl-fikir yarıştırmak için yola çıktığını söylemiş.
Keloğlan sözlerini tamamladıktan sonra Hacivat karşısına dikilmiş:
“ Be Keloğlan, sende hiç akıl yok mudur? Denizler padişahını ben de bilirim. Akıl-fikir yarışında beni yeneni altına boğarım der ama kimseye beni yendin, al bir çuval altını demedi, kimseyi altına boğmadı. O’nun boğdurması başka türlü. Cellâtlarının eline düşenin vay haline. “
Karagöz’ün de kızgınlıkta Hacivat’tan aşağı kalır yanı yokmuş:
“ Bre kellerin padişahı.. Biz Hacivat’la ikimiz senin emrindeyiz. Yeter ki, o kötü fikrinden vazgeç. Bak yirminde varsın, yoksun. Hayatının baharındasın. Gel gitme. “
Karagöz ile Hacivat uzun süre dil dökmüşler fakat Keloğlan’ı vazgeçirmek ne mümkün? Rüzgâr diyormuş da fırtına demiyormuş. Hayalin gerçeğe, masalın efsaneye karıştığı bir anlık zaman diliminde aniden Hacivat’ın yüz hatları gerilmiş, kaşları çatılmış ve konuşmaya başlamış:
“ Bak Keloğlan, hiç kimse kazanma ihtimalinin sıfır olduğu bir şans oyununa parasını, bir ölüm oyununa hayatını koymaz. Karagöz’le beni az buçuk tanıdın. Yalan nedir bilmeyiz, doğruluktan şaşmayız, sırrını sırrımız bilir, kimselere açmayız. Hayatını ortaya koyduğuna göre, bu Denizler Padişahı senin tanıdık veya akrabana mı bir zarar verdi? “
Hacivat’ın kararlı konuşması üzerine, çocukluğundan beri beynini kemiren sırrı, Keloğlan gözyaşları içinde anlatmaya başlamış:
“ Anam anlattıydı. Babamın adı Mehmet’miş. Köylüymüş ama çok zekiymiş. Ben küçük bir çocukken, babamın çok zeki olduğunu duyan denizler padişahı babamı sarayına akıl–fikir yarıştırmak için, davet etmiş. Gidiş o gidiş. Babamın kendinden daha akıllı olduğunu gören zalim, babamı boğdurtmuş. Ben şimdi gidip de, o zalimden babamın intikamını almaz mıyım? Bir de şöyle bir durum var. Dikkat ettim, halk arasındaki konuşmalarda padişah, kral, imparator, şah, sultan diyorlar, o kadar zalimler var ki aralarında. Zindanlar haksız yere işkence gören, karanlık ve nemli taş odalarda ömür törpüleyen insanlarla dolu. Olur mu böyle şey? Padişahın biri, ordusunu toplayıp, kendi halinde yaşayan, iyi insanlarla dolu bir ülkeye saldırıyor, yüzlerce, binlerce insanın ölümüne sebep oluyor. Sonra ne oluyor, ülkesine yeni topraklar kattı, topraklarını genişletti. Böyleleri büyük padişah, büyük kral namıyla anılıyor. Kızıl saçlı, kızıl sakallı bir korsan olan denizler padişahı da gelecekte büyük padişah olarak anılacaksa yazıklar olsun. “
Bunun üzerine Hacivat: “ Dediğin doğru, Keloğlan. Benim de dikkatimi çeker bu durum. Şu el yazması kitaplar. Yüzyıllar öncesinden kalanlar var. Tarih kitaplarında hep savaşlar var. Tarih, savaş demek olmamalı. Tarih kitaplarından savaşı çıkarın, geriye Karagöz ile Hacivat kalır. Öyle değil mi Karagöz’üm? “
Karagöz: “ Sen ne diyorsun, Hacivat? Bir savaşı sevmeyiz. İnsanlar neden bizi tarih kitaplarına yazsınlar. “
Onların aralarındaki bu konuşma su gibi akıp gitmiş. Daha neler konuşmuşlar, neler. Özellikle babasından bahsederken, Keloğlan’ın, yıllardır için için yana bir volkanken aniden patlaması, yüzyıllardır süregelen bir yanlışı doğruluyor nitelikte miymiş? Düşüncede bütünlük sağlamak, aralarında fikir birlikteliği kurmalarına neden olacak, Keloğlan’ın yanına Karagöz ile Hacivat’ı katacak, yakındaki bir çiftlik sahibi onlara üç at satacak, fazla eğlenmeden yola çıkılacak, aradan günler, haftalar geçecek, denizler padişahının ülkesine giriş yapılacak, deniz kenarında, sarp kayalıklar üstündeki zalimin sarayına varılacak ve hoş geldin, beş gittin huzura çıkılacakmış.
Artık Keloğlan, denizler padişahının huzurunda, Karagöz ile Hacivat salonun bir köşesinde seyirciler arasındaymış. Biraz sonra denizler padişahının davudi sesi salonda yankılanmaya başlamış:
“ Benimle akıl–fikir yarıştırmak için, gelen sen misin? Adın Keloğlan’mış. Saçı yok olanın aklı da yok derlerdi de inanmazdım. Aklın olsa, şu kadarcık halinle, benim gibi heybetli bir padişahın karşısına çıkar mıydın? “
Bu soruya Keloğlan şu cevabı vermiş: “ Padişahım, saçım yoktur ama aklım çoktur. Şu kadarcık değil de, bu kadarcık olsaydım, bu salona sığmaz, dışarı taşardım. “
Denizler padişahı, Keloğlan’dan böyle bir cevap beklemediği için, sağına, soluna bakınmış. Salondaki bütün başlar öne eğilmiş. Keloğlan ise, dimdik karşısında duruyormuş. Başı dik, alnı açıkmış. Cesurmuş. Sorulacak her soruya karşılık verebilecek gibi görünüyormuş. Denizler padişahı kaşlarını çatıp, Keloğlan’a doğru sert bir bakış fırlatmış. Keloğlan oralı olmamış.
Bunun üzerine denizler padişahı ayağa fırlarken, bağırmış: “ Rezil herif, hemen diz çök karşımda. “
“ Padişahım, olur mu? Bu bir yarışma. Benim işime karışma. Şartlar eşit olacak ki, tadı çıksın; Keloğlan’ın kel başında saç çıksın. Hem sen şimdi padişahlığı boş ver, bir soru sorayım da bana akıl ver. Bu elimde yok, bu elimde de yok. Ellerimde yok olan şeyin adı nedir? “
“ Bre densiz, bu ne biçim sorudur? Cellâtlar, alın bunu başımdan, koparın gövdesini başından. “
İki cellât gelmiş ve Keloğlan’ı kaptıkları gibi sarayın yer altı katlarında bulunan zindana götürmüşler.
Gece yarısı Karagöz ile Hacivat zindana inmiş ve Hacivat uzaktan akrabası zindancıbaşıyla görüşmüş. Keloğlan'ı salıvermesini, bu durumun kimse tarafından bilinmeyeceğini söylemiş. Hacivat'ın ricası ve verdiği on altın üzerine zindancıbaşı, Keloğlan ile Karagöz ve Hacivat'ı gizli bir geçitten saray dışına çıkarmış.
Zindancıbaşı: " Bak Keloğlan, yirmi yıldır bu zindandayım. Padişahıma isyan eden, karşı çıkan, düşman olan, boyun eğmeyen yüzlerce insanın hayatına son verdim. Şimdiye kadar bir kişi bile, bu zindandan sağ kurtulamadı. Hacivat'ın hatırına seni bırakıyorum. Eğer ki, bir daha bu zindana gelirsen, vay haline! Bir Hacivat değil, bin Hacivat gelse seni kurtaramaz, dedikten sonra, Keloğlan'ın ensesine öyle sert bir tokat vurmuş ki, onu toza, toprağa bulamış.
Zindancıbaşı gittikten sonra, Karagöz ile Hacivat, Keloğlan'ı kucakladıkları gibi oradan kaçırmışlar. Keloğlan günlerce ölümle cebelleşmiş. Gitmiş, gitmiş, gelmiş. Sonradan Keloğlan biraz kendine gelince sormuş: " Ne oldu? Neredeyim ben? "
Bunun üzerine Hacivat: " Dağda, bayırdayız, Keloğlan. Tam altı gündür kendini bilmeden yattın. Terledin, durdun. Zindancıbaşı gitmene izin verdi. "
Keloğlan: " Of, ensem! Ne biçim zindancıbaşıymış o. Enseme öyle bir tokat vurdu ki, tarifi imkansız. Sanki öldürmek için vurdu. "
Hacivat: " Tabi öldürmek için vurdu. Seni bıraktığını denizler padişahı bir duyarsa, zindancıbaşını en yüksek direğe astırır. Artık akıllan Keloğlan, babanın intikamını aldın. Bunu böyle kabul et. Denizler padişahının ülkesini terk et. Var git köyüne, evine. Kur düzenini rahat et. "
Daha sonra kendine gelen ve iyileşen Keloğlan'ı, Alaca Köyü'nün yakınlarına kadar getirmişler. Keloğlan'dan bir daha denizler padişahıyla uğraşmayacağı sözünü alan Karagöz ile Hacivat, Bursa'ya dönmüş.
Bulutlar yere inse, yer göğe çıksa, insanlar hangi katta bulunurlar?
Yanan bir ateşin dumanı görünmese bunu kim anlar?
Eller ayaklarla yer değiştirse yürümek nasıl olurdu?
Asıl adı İbrahim olan Keloğlan, zekasının çokluğuyla her zaman öğünen denizler padişahı ile akıl-fikir yarıştırmak için, yola çıkmış.
Keloğlan yolda iki adama rastlamış. Adamlar, hararetli bir şekilde tartışmaktaymış. Keloğlan bir süre adamların tartışmasını izledikten sonra, araya girmiş:
“ Durun ağalar, etmeyin, eylemeyin. Şu koca dünyada, bu dağ başında neyi paylaşamazsınız? “
Keloğlan’ın araya girmesiyle adamlar sakinleşmiş. Adamlardan biri, Keloğlan’a sormuş:
“ Arkadaş, nerelisin, adın ne? “
Keloğlan:
“ Şu dağın ardında kalan Alaca köyündenim. Herkes, bana Keloğlan der. Söyleyin bakalım ağalar, nereden gelir, nereye gidersiniz? Adınız nedir, bir öğrenelim. “
Adamlardan biri:
“ Keloğlan adını duymuşluğum vardı. Benim adım Hacivat, kardeşliğimin adı Karagöz’dür. “
“ Vay, Hacivat ve Karagöz!.. Ben de sizin adınızı duymuştum. Nükteli konuşmalarınızla etrafınızdakileri güldürürmüşsünüz “ diyen Keloğlan, iki ayrılmaz dostla kucaklaşmış.
Daha sonra Karagöz sormuş:
“ Keloğlan, sen köyünden çok uzaktasın. Nereye böyle? “
Bunun üzerine Keloğlan, olanı-biteni anlatmış ve sonunda, denizler padişahı ile akıl-fikir yarıştırmak için yola çıktığını söylemiş.
Keloğlan sözlerini tamamladıktan sonra Hacivat karşısına dikilmiş:
“ Be Keloğlan, sende hiç akıl yok mudur? Denizler padişahını ben de bilirim. Akıl-fikir yarışında beni yeneni altına boğarım der ama kimseye beni yendin, al bir çuval altını demedi, kimseyi altına boğmadı. O’nun boğdurması başka türlü. Cellâtlarının eline düşenin vay haline. “
Karagöz’ün de kızgınlıkta Hacivat’tan aşağı kalır yanı yokmuş:
“ Bre kellerin padişahı.. Biz Hacivat’la ikimiz senin emrindeyiz. Yeter ki, o kötü fikrinden vazgeç. Bak yirminde varsın, yoksun. Hayatının baharındasın. Gel gitme. “
Karagöz ile Hacivat uzun süre dil dökmüşler fakat Keloğlan’ı vazgeçirmek ne mümkün? Rüzgâr diyormuş da fırtına demiyormuş. Hayalin gerçeğe, masalın efsaneye karıştığı bir anlık zaman diliminde aniden Hacivat’ın yüz hatları gerilmiş, kaşları çatılmış ve konuşmaya başlamış:
“ Bak Keloğlan, hiç kimse kazanma ihtimalinin sıfır olduğu bir şans oyununa parasını, bir ölüm oyununa hayatını koymaz. Karagöz’le beni az buçuk tanıdın. Yalan nedir bilmeyiz, doğruluktan şaşmayız, sırrını sırrımız bilir, kimselere açmayız. Hayatını ortaya koyduğuna göre, bu Denizler Padişahı senin tanıdık veya akrabana mı bir zarar verdi? “
Hacivat’ın kararlı konuşması üzerine, çocukluğundan beri beynini kemiren sırrı, Keloğlan gözyaşları içinde anlatmaya başlamış:
“ Anam anlattıydı. Babamın adı Mehmet’miş. Köylüymüş ama çok zekiymiş. Ben küçük bir çocukken, babamın çok zeki olduğunu duyan denizler padişahı babamı sarayına akıl–fikir yarıştırmak için, davet etmiş. Gidiş o gidiş. Babamın kendinden daha akıllı olduğunu gören zalim, babamı boğdurtmuş. Ben şimdi gidip de, o zalimden babamın intikamını almaz mıyım? Bir de şöyle bir durum var. Dikkat ettim, halk arasındaki konuşmalarda padişah, kral, imparator, şah, sultan diyorlar, o kadar zalimler var ki aralarında. Zindanlar haksız yere işkence gören, karanlık ve nemli taş odalarda ömür törpüleyen insanlarla dolu. Olur mu böyle şey? Padişahın biri, ordusunu toplayıp, kendi halinde yaşayan, iyi insanlarla dolu bir ülkeye saldırıyor, yüzlerce, binlerce insanın ölümüne sebep oluyor. Sonra ne oluyor, ülkesine yeni topraklar kattı, topraklarını genişletti. Böyleleri büyük padişah, büyük kral namıyla anılıyor. Kızıl saçlı, kızıl sakallı bir korsan olan denizler padişahı da gelecekte büyük padişah olarak anılacaksa yazıklar olsun. “
Bunun üzerine Hacivat: “ Dediğin doğru, Keloğlan. Benim de dikkatimi çeker bu durum. Şu el yazması kitaplar. Yüzyıllar öncesinden kalanlar var. Tarih kitaplarında hep savaşlar var. Tarih, savaş demek olmamalı. Tarih kitaplarından savaşı çıkarın, geriye Karagöz ile Hacivat kalır. Öyle değil mi Karagöz’üm? “
Karagöz: “ Sen ne diyorsun, Hacivat? Bir savaşı sevmeyiz. İnsanlar neden bizi tarih kitaplarına yazsınlar. “
Onların aralarındaki bu konuşma su gibi akıp gitmiş. Daha neler konuşmuşlar, neler. Özellikle babasından bahsederken, Keloğlan’ın, yıllardır için için yana bir volkanken aniden patlaması, yüzyıllardır süregelen bir yanlışı doğruluyor nitelikte miymiş? Düşüncede bütünlük sağlamak, aralarında fikir birlikteliği kurmalarına neden olacak, Keloğlan’ın yanına Karagöz ile Hacivat’ı katacak, yakındaki bir çiftlik sahibi onlara üç at satacak, fazla eğlenmeden yola çıkılacak, aradan günler, haftalar geçecek, denizler padişahının ülkesine giriş yapılacak, deniz kenarında, sarp kayalıklar üstündeki zalimin sarayına varılacak ve hoş geldin, beş gittin huzura çıkılacakmış.
Artık Keloğlan, denizler padişahının huzurunda, Karagöz ile Hacivat salonun bir köşesinde seyirciler arasındaymış. Biraz sonra denizler padişahının davudi sesi salonda yankılanmaya başlamış:
“ Benimle akıl–fikir yarıştırmak için, gelen sen misin? Adın Keloğlan’mış. Saçı yok olanın aklı da yok derlerdi de inanmazdım. Aklın olsa, şu kadarcık halinle, benim gibi heybetli bir padişahın karşısına çıkar mıydın? “
Bu soruya Keloğlan şu cevabı vermiş: “ Padişahım, saçım yoktur ama aklım çoktur. Şu kadarcık değil de, bu kadarcık olsaydım, bu salona sığmaz, dışarı taşardım. “
Denizler padişahı, Keloğlan’dan böyle bir cevap beklemediği için, sağına, soluna bakınmış. Salondaki bütün başlar öne eğilmiş. Keloğlan ise, dimdik karşısında duruyormuş. Başı dik, alnı açıkmış. Cesurmuş. Sorulacak her soruya karşılık verebilecek gibi görünüyormuş. Denizler padişahı kaşlarını çatıp, Keloğlan’a doğru sert bir bakış fırlatmış. Keloğlan oralı olmamış.
Bunun üzerine denizler padişahı ayağa fırlarken, bağırmış: “ Rezil herif, hemen diz çök karşımda. “
“ Padişahım, olur mu? Bu bir yarışma. Benim işime karışma. Şartlar eşit olacak ki, tadı çıksın; Keloğlan’ın kel başında saç çıksın. Hem sen şimdi padişahlığı boş ver, bir soru sorayım da bana akıl ver. Bu elimde yok, bu elimde de yok. Ellerimde yok olan şeyin adı nedir? “
“ Bre densiz, bu ne biçim sorudur? Cellâtlar, alın bunu başımdan, koparın gövdesini başından. “
İki cellât gelmiş ve Keloğlan’ı kaptıkları gibi sarayın yer altı katlarında bulunan zindana götürmüşler.
Gece yarısı Karagöz ile Hacivat zindana inmiş ve Hacivat uzaktan akrabası zindancıbaşıyla görüşmüş. Keloğlan'ı salıvermesini, bu durumun kimse tarafından bilinmeyeceğini söylemiş. Hacivat'ın ricası ve verdiği on altın üzerine zindancıbaşı, Keloğlan ile Karagöz ve Hacivat'ı gizli bir geçitten saray dışına çıkarmış.
Zindancıbaşı: " Bak Keloğlan, yirmi yıldır bu zindandayım. Padişahıma isyan eden, karşı çıkan, düşman olan, boyun eğmeyen yüzlerce insanın hayatına son verdim. Şimdiye kadar bir kişi bile, bu zindandan sağ kurtulamadı. Hacivat'ın hatırına seni bırakıyorum. Eğer ki, bir daha bu zindana gelirsen, vay haline! Bir Hacivat değil, bin Hacivat gelse seni kurtaramaz, dedikten sonra, Keloğlan'ın ensesine öyle sert bir tokat vurmuş ki, onu toza, toprağa bulamış.
Zindancıbaşı gittikten sonra, Karagöz ile Hacivat, Keloğlan'ı kucakladıkları gibi oradan kaçırmışlar. Keloğlan günlerce ölümle cebelleşmiş. Gitmiş, gitmiş, gelmiş. Sonradan Keloğlan biraz kendine gelince sormuş: " Ne oldu? Neredeyim ben? "
Bunun üzerine Hacivat: " Dağda, bayırdayız, Keloğlan. Tam altı gündür kendini bilmeden yattın. Terledin, durdun. Zindancıbaşı gitmene izin verdi. "
Keloğlan: " Of, ensem! Ne biçim zindancıbaşıymış o. Enseme öyle bir tokat vurdu ki, tarifi imkansız. Sanki öldürmek için vurdu. "
Hacivat: " Tabi öldürmek için vurdu. Seni bıraktığını denizler padişahı bir duyarsa, zindancıbaşını en yüksek direğe astırır. Artık akıllan Keloğlan, babanın intikamını aldın. Bunu böyle kabul et. Denizler padişahının ülkesini terk et. Var git köyüne, evine. Kur düzenini rahat et. "
Daha sonra kendine gelen ve iyileşen Keloğlan'ı, Alaca Köyü'nün yakınlarına kadar getirmişler. Keloğlan'dan bir daha denizler padişahıyla uğraşmayacağı sözünü alan Karagöz ile Hacivat, Bursa'ya dönmüş.
SEVİNCİN HATASI
bir varmış bir yokmuş Sevinç diye tatlı dilli bir kız varmış.SEVİNÇ BİR GÜN KÖTÜ BİR ŞEY YAPMIŞ.yalan söylemiş ama merveye yalan söylemiş. merve bu olayı öğrenince sevinçe kızmış ama sevinç ne yaptıysa merve onu afffetmemiş bir gün suna ona öğüt vermiş sevinç dinlememiş sevinç kendi bildiğini yapmış karton çizmiş üstüne merve beni affet diye bütün köyü toplamış ama merve onu hala affetmemiş sonra sevinç HATASINI anlamış sunayı dinlemiş suna bunu söyler söymez mervenin en sevdiği çantasını çalmışlar merve buna çok üzülmüş suna bu bir fırsat dedi sevinç hemen hırsızı kovalamış hırsızı yakalamış merveyi uçan bir balona sevinç bindirmiş bir iki saat uçan üçlü oynamışlar ve sevinç bir daha yalan söylememiş ve bir daha burnunun dikine gitmemiş.
BAYKUŞ NE ALAKA DİCEN OKU
ben melike ben bir akşam yatakta yatıyordum sanki camın önünde baykuş sesi geliyordu baktığım da hiç kimse yoktu annemi cağırdım camda sanki birşey kıpırdıyordu annem camı açtı tövbe bismillah dedi ve bir kaç kez daha baykuşun sanki sesi geldi hemen sert bir rüzgar esip cam kendi kndine kapandı bir anda korktum ışık ta açık tı ama oda bir anda kapandı cok korktum bidaha kendi başıma yatmam dedim.
AHMET İLE MEHMET
bir gün ahmet ile mehmet dışarda oyun oynuyorlarmış.bir adam 4tane güvercin almış.ahmet güvercinleri çok severmiş.sonra ahmet güvercinlerin yanina yaklaşmış.ama adamın işi olduğundan ahmete güvercinleri baktırmadan gitmiş.ahmet çok üzülmüş.sonra ahmet ve mehmetin babası geldiğinde babalarının elinde bir kutu gördüler ahmet ve mehmet kutunun içinde ne olduğunu çok merak etmişler.ve kutuya baktıklarında bir güvercin görmüşler.ahmet ve mehmet çok sevinmişler.bu masalda sona erdi.
YABAN DOMUZU VE TİLKİ
yaban domuzu ve tilki
erkek bir yaban domuzu, dişlerini bir ağacın gövdesine gövdesine sürterek biliyor, iyice keskinleştiriyormuş. bunu gören bir tilki yanına sokulmuş ve:
-"neden vaktini boş yere harcıyorsu ki" demiş. "civarda
senin için tehlikeli olabilecek ne bir ayı, ne bir köpek var."
domuz cevap vermiş:
-"evet ama, bir tehlike baş göterdiğinde, silahımı biliyecek vakit kalmazki!..."
erkek bir yaban domuzu, dişlerini bir ağacın gövdesine gövdesine sürterek biliyor, iyice keskinleştiriyormuş. bunu gören bir tilki yanına sokulmuş ve:
-"neden vaktini boş yere harcıyorsu ki" demiş. "civarda
senin için tehlikeli olabilecek ne bir ayı, ne bir köpek var."
domuz cevap vermiş:
-"evet ama, bir tehlike baş göterdiğinde, silahımı biliyecek vakit kalmazki!..."
ADALET
İstanbul'un fethinden sonra Hazreti Fatih bütün mahkümleri serbest bırakmıştı. Fakat bu mahkumların içinden iki papaz zindandan çıkmak istemediklerini söyleyerek dışarı çıkmadılar. Papazlar Bizans imparatorunun halka yaptığı zülüm ve işkence karşısında ona adalet tavsiye ettikleri için hapse atılmışlardı. Onlar da bir daha hapisten çıkmamaya yemin etmişlerdi.
Durum Hazreti Fatih'e bildirildi. O, asker göndererek, papazları huzuruna davet etti. Papazlar hapisten niçin çıkmak istemediklerini Hazreti Fatih'e de anlattılar. Fatih o dünyaya kahreden iki papaza şöyle hitap etti:
- Sizlere şöyle bir teklifim var: Sizler İslam adaletinin tatbik edildiği memleketimi geziniz, müslüman hakimlerin ve müslüman halkımın davalarını dinleyiniz. Bizde de sizdeki gibi adaletsizlik ve zulüm görürseniz, hemen gelip bana bildiriniz ve sizler de evvelki kararınız gereğince uzlete çekilerek hâlâ küsmekte haklı olduğunu isbat ediniz.
Hazreti Fatih'in bu teklifi papazlar için çok cazip gelmişti. Hemen Padişahtan aldıkları tezkere ile İslam beldelerine seyahate çıktılar. İlk vardıkları yerlerden biri Bursa idi... Bursa'da şöyle bir hadiseyle karşılaştılar:
Bir Müslüman bir yahudiden bir at satın almış, fakat hiçbir kusuru yok diye satılan at hasta imiş. Müslümanın ahırına gelen atın hasta olduğu daha ilk akşamdan anlaşılmış. Müslüman sabırsızlıkla sabahın olmasını beklemiş, sabah olunca da erkenden atını alıp kadının yolunu tutmuş. Fakat olacak ya, o saatte de kadı henüz dairesine gelmemiş olduğundan bir müddet bekledikten sonra adam kadının gelmeyeceğine hükmederek atını alıp ahırına götürmüş. Atını alıp götürmüş ama at da o gece ölmüş.
Hadiseyi daha sonra öğrenen kadı, atı alan müslümanı çağırtıp meseleyi şu şekilde halletmiş:
- Siz ilk geldiğinizde ben makamımda bulunsa idim, sağlam diye satılan atı sahibine iade eder, paranızı alırdım. Fakat ben zamanında makamımda bulunamadığımdan hadisenin bu şekilde gelişmesine madem ki ben sebep oldum, atın ölümünden doğan zararı benim ödemem lazım, deyip atın parasını müslümana vermiş.
Papazlar islam adaletinin bu derece ince olduğunu görünce parmaklarını ısırmışlar ve hiç zorlanmadan bir kimsenin kendi cebinden mal tazmin etmesi karşısında hayret etmişler.
Mahkemeden çıkan papazların yolu İznik'e uğramış. Papazlar orada şöyle bir mahkeme ile karşılaşmışlar:
Bir müslüman diğer bir müslümandan bir tarla satın alarak ekin zamanı tarlayı sürmeye başlar. Kara sabanla tarlayı sürmeye çalışan çiftçinin sabanına biraz sonra ağzına kadar dolu bir küp altın takılmaz mı? Hiç heyecan bile duymayan Müslüman bu altınları küpüyle tarlayı satın aldığı öbür müslümana götürüp teslim etmek ister;
- Kardeşim ben senden tarlanın üstünü satın aldım, altını değil. Eğer sen tarlanın içinde bu kadar altın olduğunu bilseydin herhalde bu fiata bana satmazdın. Al şu altınlarını, der.
Tarlanın ilk sahibi ise daha başka düşünmektedir. O da şöyle söyler:
- Kardeşim yanlış düşünüyorsun. Ben sana tarlayı olduğu gibi, taşı ile toprağı ile beraber sattım. İçini de dışını da bu satışla beraber sana verdiğimden, içinden çıkan altınları almaya hiçbir hakkım yoktur. Bu altınlar senindir dilediğini yap, der. Tarlayı alanla satan anlaşamayınca mesele kadıya, yani mahkemeye intikal eder. Her iki taraf iddialarını kadının huzurunda da tekrarlarlar.
Kadı, her iki şahsada çocukları olup olmadığını sorar. Onlardan birinin kızı birinin de oğlunun olduğunu öğrenir ve oğlanla kızı nikahlayarak altını cehiz olarak verir.
Papazlar daha fazla gezmelerinin lüzumsuz olduğunu anlayıp doğru İstanbul'a Hazreti Fatih'in huzuruna gelirler ve şahit oldukları iki hadiseyi de aynen nakledip şöyle derler:
- Bizler artık inandık ki, bu kadar adalet ve biribirinin hakkına saygı ancak İslam dininde vardır. Böyle bir dinin salikleri başka dinden olanlara bile bir kötülük yapamazlar. Dolayısıyla biz zindana dönme fikrimizden vazgeçtik, sizin idarenizde hiç kimsenin zulme uğramayacağına inanmış bulunuyoruz, derler. (1)
Durum Hazreti Fatih'e bildirildi. O, asker göndererek, papazları huzuruna davet etti. Papazlar hapisten niçin çıkmak istemediklerini Hazreti Fatih'e de anlattılar. Fatih o dünyaya kahreden iki papaza şöyle hitap etti:
- Sizlere şöyle bir teklifim var: Sizler İslam adaletinin tatbik edildiği memleketimi geziniz, müslüman hakimlerin ve müslüman halkımın davalarını dinleyiniz. Bizde de sizdeki gibi adaletsizlik ve zulüm görürseniz, hemen gelip bana bildiriniz ve sizler de evvelki kararınız gereğince uzlete çekilerek hâlâ küsmekte haklı olduğunu isbat ediniz.
Hazreti Fatih'in bu teklifi papazlar için çok cazip gelmişti. Hemen Padişahtan aldıkları tezkere ile İslam beldelerine seyahate çıktılar. İlk vardıkları yerlerden biri Bursa idi... Bursa'da şöyle bir hadiseyle karşılaştılar:
Bir Müslüman bir yahudiden bir at satın almış, fakat hiçbir kusuru yok diye satılan at hasta imiş. Müslümanın ahırına gelen atın hasta olduğu daha ilk akşamdan anlaşılmış. Müslüman sabırsızlıkla sabahın olmasını beklemiş, sabah olunca da erkenden atını alıp kadının yolunu tutmuş. Fakat olacak ya, o saatte de kadı henüz dairesine gelmemiş olduğundan bir müddet bekledikten sonra adam kadının gelmeyeceğine hükmederek atını alıp ahırına götürmüş. Atını alıp götürmüş ama at da o gece ölmüş.
Hadiseyi daha sonra öğrenen kadı, atı alan müslümanı çağırtıp meseleyi şu şekilde halletmiş:
- Siz ilk geldiğinizde ben makamımda bulunsa idim, sağlam diye satılan atı sahibine iade eder, paranızı alırdım. Fakat ben zamanında makamımda bulunamadığımdan hadisenin bu şekilde gelişmesine madem ki ben sebep oldum, atın ölümünden doğan zararı benim ödemem lazım, deyip atın parasını müslümana vermiş.
Papazlar islam adaletinin bu derece ince olduğunu görünce parmaklarını ısırmışlar ve hiç zorlanmadan bir kimsenin kendi cebinden mal tazmin etmesi karşısında hayret etmişler.
Mahkemeden çıkan papazların yolu İznik'e uğramış. Papazlar orada şöyle bir mahkeme ile karşılaşmışlar:
Bir müslüman diğer bir müslümandan bir tarla satın alarak ekin zamanı tarlayı sürmeye başlar. Kara sabanla tarlayı sürmeye çalışan çiftçinin sabanına biraz sonra ağzına kadar dolu bir küp altın takılmaz mı? Hiç heyecan bile duymayan Müslüman bu altınları küpüyle tarlayı satın aldığı öbür müslümana götürüp teslim etmek ister;
- Kardeşim ben senden tarlanın üstünü satın aldım, altını değil. Eğer sen tarlanın içinde bu kadar altın olduğunu bilseydin herhalde bu fiata bana satmazdın. Al şu altınlarını, der.
Tarlanın ilk sahibi ise daha başka düşünmektedir. O da şöyle söyler:
- Kardeşim yanlış düşünüyorsun. Ben sana tarlayı olduğu gibi, taşı ile toprağı ile beraber sattım. İçini de dışını da bu satışla beraber sana verdiğimden, içinden çıkan altınları almaya hiçbir hakkım yoktur. Bu altınlar senindir dilediğini yap, der. Tarlayı alanla satan anlaşamayınca mesele kadıya, yani mahkemeye intikal eder. Her iki taraf iddialarını kadının huzurunda da tekrarlarlar.
Kadı, her iki şahsada çocukları olup olmadığını sorar. Onlardan birinin kızı birinin de oğlunun olduğunu öğrenir ve oğlanla kızı nikahlayarak altını cehiz olarak verir.
Papazlar daha fazla gezmelerinin lüzumsuz olduğunu anlayıp doğru İstanbul'a Hazreti Fatih'in huzuruna gelirler ve şahit oldukları iki hadiseyi de aynen nakledip şöyle derler:
- Bizler artık inandık ki, bu kadar adalet ve biribirinin hakkına saygı ancak İslam dininde vardır. Böyle bir dinin salikleri başka dinden olanlara bile bir kötülük yapamazlar. Dolayısıyla biz zindana dönme fikrimizden vazgeçtik, sizin idarenizde hiç kimsenin zulme uğramayacağına inanmış bulunuyoruz, derler. (1)
SADAKA
çok soğuk bir kış günüydü tipi ve rüzgar kimseye göz açtırmıyordu bir saçak altında sığınmış ihtiyar bir kadın çaresiz bakışlarla yoldan geçenlerin ona yardım etmesini bekliyormuş babasıyla birlikte eve gitmeye çalışanbir çocuk ihtiyar kadını görmüş babasının elini çekiştirerekşu zavallı kadına yardım edebilseydik keşke demiş babası da kadına çok acımış ama hava o kadar soğukmuş ki yolda oyalanmak istememiş elimizden bir şey gelmez diyerek hızla yürümeye devam etmişbiraz sonra yoldan geçen lüks bir araba ihtiyar kadının önünde durmuş arabanın içindeki zengin adam kadına 1lira fılatmış ardından araba hareket etmiş adam parayı fırlatır fılatmaz cüzdanının yanlış düğmesini açtığını ve kadına 1lira diğil 1altın fırlattığını anlamış ve evine döndüğünde hala yaptığı yanlışlığı anlamış.
İSHAK VE IŞIL
bir varmış bir yokmuş ishak ile ışıl çok üzgün müşler çünkü yağmur yağıyormuş ve ishak futbol oynamak için dışarıya çıkamıyormuş. ışılsa kız arkadaşlarıyla parka gitmek istiyormuşlar ama yağmur yağıdı sürece dışarı çıkamamışlar sonrada ishak babasına yardım ediyomur ışılda gidip annesine yardım etmiş aradan zaman geçmiş pencereye bir ışık vurmuş ishak bakmışki güneş açımış gök kuşağı çıkmış ikiside arkadalarnı çagırmışlar ishak fudol oynamaya gittmiş ışılda arkadaşlarıyla parka gitmiş eve geldiklerinde ev ödevlrini yapmışla yemek yemişler ve dişlerini fırçalayım uyumuşlar sabah kaltıkların yermek yemişler çantalarını hazırlamışlar ve okula gitmişler eve geldiklerinde çok şaşırmışlar çünkü anesi ve babası bavulları hazırlamış ve deynize gideçeklermiş ishak ve ışıl çokbutlu olmuşlar ama deynizde ishak i
le ışıl bi idaya girmişler bu idayı ışıl kazaznmış evde problem çıkmış problebi babasıyla haletmişler ve masalda burda bitmiş
le ışıl bi idaya girmişler bu idayı ışıl kazaznmış evde problem çıkmış problebi babasıyla haletmişler ve masalda burda bitmiş
ÖZGENİN DOĞUM GÜNÜ
bir varmış bir yokmuş kızın biri parkta oyun oynuyormuş.Kızın çok canı sıkılmış kızda eve gitmiş. annesi nuray hanımçarşıya çıkacakmış onun için hazırlanıyomuş kız özgede evde oyuncaklarıyla oyun oynamaya başlamış o gün kızın doğumgünü varmış annesi kızına doğumgünü için çarşıya çıkacağını söylememiş eve döndüğünde kızın annesi kızını uyyuyo sanmış ama kız balkonda ağlıyormuş annesi hava almak için balkona çıkmış kızını görmüş kız annesine doğru bakmış annesi kızına iyiki doğdun kızım demiş kız çok mutlu olmuş annesi kızı için doğum günü yapmış kız çok mutluolmuş dileğide annem beni hep böyle düşünsün olmuş
KANATLI KARINCA
Zamanımızda en çalışkan ve en tutumlu yaratıklar olarak bilinen karıncalar bundan on binlerce yıl önce yine çok çalışkandılar fakat tutumlu oldukları söylenemezdi. Çalışkanlık karıncaların yaratılışlarında vardı. Onlar yaratılırken çalışkan olarak yaratılmışlardı. Tutumlu olmak ise bambaşka bir şeydi. Tutumlu olarak yaratılınmaz, bu özellik sonradan öğrenilirdi. Sadece çalışkan olmayı o kadar büyütmemek gerekirdi. Ne kadar çalışkan olunursa olunsun, tutumlu olmak bilinmedikçe başarı tam olarak gerçekleşmezdi. Çalışkan olmakla tutumluluk ikisi bir arada bulunursa eğer başarı tamam olurdu.
Önceleri karıncalar günlük güneşlik yaz günlerinde hiç durmaksızın, yorulmak nedir bilmeksizin çalışırlar, çevreden buldukları yiyecekleri yuvalarına bırakırlar, tekrar yiyecek aramaya çıkarlardı. Hava kararmaya başladığında bütün karıncalar yuvalarında toplanır, gündüz topladıkları yiyecekleri yerlerdi. Ertesi sabah hangi karınca yuvasına bakarsan bak dünden kalmış bir buğday tanesi bulamazdın.
Çalışıp kazandılar, kazandıklarını istedikleri gibi yerler içerler, isterlerse gider dereye dökerler, bu, onların en doğal hakları…denir denmesine de, durum öyle sanıldığı kadar basit değil. Biraz ileriyi düşünüp soğuk ve karlı kış günlerini aklımıza getiriversek…Kış günlerinin ne kadar çetin geçtiği bilinen bir gerçek. Bu doğal engelin mutlaka aşılması ve yaz günlerine ulaşılması lazım. Eğer yazın, kışı düşünerek, yuvaya getirdiğin üç buğday tanesinin birini kenara koyabilirsen, o doğal engelin önünde saygıyla eğildiğini ve üzerinden aşıp yaza ulaşabilmeni kolaylaştırdığını görürsün. Yoksa bugün gelen bugün gider yarını yarın düşünürüm dersen, doğal engeli aşarsın aşmasına da, bu, çok zor olur, pek çok zor olur.
Kanatlı karınca uçarken, bir su birikintisine düşüp çırpınmakta olan bir karınca gördü. Hemen aşağı süzülüp karıncayı tuttu ve onu kucağına alarak kıyıya çıkardı. Bu karınca yakınlardaki bir karınca yuvasının beyiydi. Karınca beyi kanatlı karıncayı yuvasına davet etti ve akşamki ziyafeti onuruna düzenleyeceğini söyledi. Ziyafette, karınca beyi kanatlı karıncayı diğer karıncalarla tanıştırarak, ona bir can borcu olduğunu ve kendisine gösterilen saygının ona da gösterilmesini istedi. Daha sonraki günlerde karınca beyinin ricalarını kırmayan kanatlı karınca bir süre daha onlarla birlikte olmak zorunda kalacaktı.
Kanatlı karınca geçen günlerle birlikte yuvaya yiyecek taşıma işine girmeye başladı. Uzaklardan bulup getirdiği yiyecekleri yuvaya bırakıyor, tekrar yiyecek aramaya çıkıyordu. Normalde bir karıncanın getirdiği yiyeceklerin dört beş katını tek başına getiriyordu. Karıncalar bu durumu görüyorlar ve memnun oluyorlardı. Bir günde toplanan yiyeceklerin ertesi güne kalmaması kanatlı karıncanın dikkatini çekmeye başladı. Bu neden böyle oluyordu? Neden ertesi güne yiyecek kalmıyordu? Yaz günleri sona erecek, kış gelecekti. Yuvadaki yüzlerce karınca kış günlerinde ne yiyecekti? Kışın on karınca yiyecek aramaya çıksa, acaba kaçı geri dönebilirdi? Dönemeyenlere yazık değil miydi? Dönenler yiyecek bulmuş olsalar bile o kadarcık yiyecek kaç karıncaya yeterdi?.. Sonuç: Açlıktan kırılırdı bunlar. Kanatlı karınca bu durumu karınca beyi ve bazı karıncalara sormak ihtiyacını hissetti. Fakat, onlar kanatlı karıncanın sorduğu soruları anlamsız birtakım basmakalıp cümlelerle geçiştirdiler.
Bir akşam yemeği öncesinde karıncalar yuvadaki salonda toplanmışlardı. Kanatlı karınca söz alarak, kış mevsiminin yaklaştığını, bundan sonra yuvaya getirilen yiyeceklerin küçük bir kısmının kara gün dostu diye saklanmasını, eğer böyle yapılmaz da şimdiki düzen aynen devam ederse yaz günlerine pek az karıncanın ulaşabileceğini yana yakıla anlatmaya başladı. Biraz sonra salondan “ yeter “, “ kes artık “, “ susturun şunu “ diye bağıran sesler duyulmaya başladı. Giderek çoğalan uğultu, kanatlı karıncanın söylediklerinin duyulmasını engelliyordu. Bu sırada karınca beyi ayağa kalktı ve salondaki uğultu bir anda kesildi. Gözyaşları içinde bir şeyler söylemeye çalışan kanatlı karıncaya karınca beyinin tepkisi çok sert oldu. Ona ağır sözler söyledikten sonra, zindana atılmasını emretti. Karıncalar, kanatlı karıncayı yakaladılar ve sürükleyerek salondan dışarı çıkardılar. Sonraki günlerde karınca yuvası eski, sakin yaşamına geri döndü. Karıncaların gündüz getirdikleri yiyeceklerden ertesi güne kalan olmuyordu.
Aradan birkaç ay geçmişti ki, karakış, olanca ağırlığıyla karınca yuvasının üzerine abanmaya başladı. Günlerdir yağan kar bir türlü durmak bilmiyor, bu soğuk havada bırak dışarı çıkıp yiyecek aramayı, yuvanın kapısını aralayıp kafasını dışarı çıkaran karıncanın kafası donuyordu. Dışarıda hava soğuktu da içerde sıcak mıydı sanki? Karınca beyi odaları geziyor, buradaki karıncalara, biraz daha sabretmelerini, kar yağışının er geç dineceğini, o zaman yiyecek aramaya çıkılacağını ve sıkıntıların bir anda biteceğini anlatıyordu. Hele kar bir dinsindi.
Kar yağar yağar bir gün gelir artık yağmaz olurdu yani dinerdi. Karın dinmesiyle birlikte elli karıncadan oluşan bir grup yiyecek aramaya çıktı ve bu elli karıncadan bir tanesi bile geri dönmedi. İçerdeki kayıplar çok daha fazlaydı. Kışa girerken yuvada bulunan bin civarındaki karıncanın yarısı ölmüştü. Besbelli açlıktan kırılıyordu bunlar.
Hava biraz ılışır umuduyla iki gün daha bekledi karınca beyi ve üçüncü gün yanına kırk karıncayı alarak yiyecek aramaya çıktı. Kar yağmıyordu fakat hava buz gibi soğuktu. Demek ki, iki gündür boşuna beklemişti yuvada aç bilaç. Havanın da ılışacağı mılışacağı yoktu. Gece yarısına kadar karınca beyi ve kırk karıncadan bir haber çıkmayınca karıncalar salonda ayak üstü bir toplantı yaptılar. Oldukça kısa süren toplantı sonunda şu karara varıldı: Kanatlı karınca hemen serbest bırakılacaktı.
Ertesi gün kanatlı karınca, karınca beyi ve diğer karıncaları bir ağacın kovuğunda, birbirlerine iyice sokulmuşlar, titreşip dururlarken buldu. Onları ikişer ikişer yuvaya taşıyan kanatlı karınca daha sonraki günlerde hiç gocunmayacak ve yuvaya yiyecek taşıma işine bıraktığı yerden devam edecekti.
Kış süresince kanatlı karınca salonda pek çok defa konuşma yaptı. Onlara bundan sonraki hayatlarını nasıl yaşamaları gerektiğini ve çalışmalarını ne şekilde düzenleyebileceklerini anlattı. Sonunda karakış bitti, yaz geldi ve kanatlı karınca tümüne elveda diyerek uçup gitti.
Önceleri karıncalar günlük güneşlik yaz günlerinde hiç durmaksızın, yorulmak nedir bilmeksizin çalışırlar, çevreden buldukları yiyecekleri yuvalarına bırakırlar, tekrar yiyecek aramaya çıkarlardı. Hava kararmaya başladığında bütün karıncalar yuvalarında toplanır, gündüz topladıkları yiyecekleri yerlerdi. Ertesi sabah hangi karınca yuvasına bakarsan bak dünden kalmış bir buğday tanesi bulamazdın.
Çalışıp kazandılar, kazandıklarını istedikleri gibi yerler içerler, isterlerse gider dereye dökerler, bu, onların en doğal hakları…denir denmesine de, durum öyle sanıldığı kadar basit değil. Biraz ileriyi düşünüp soğuk ve karlı kış günlerini aklımıza getiriversek…Kış günlerinin ne kadar çetin geçtiği bilinen bir gerçek. Bu doğal engelin mutlaka aşılması ve yaz günlerine ulaşılması lazım. Eğer yazın, kışı düşünerek, yuvaya getirdiğin üç buğday tanesinin birini kenara koyabilirsen, o doğal engelin önünde saygıyla eğildiğini ve üzerinden aşıp yaza ulaşabilmeni kolaylaştırdığını görürsün. Yoksa bugün gelen bugün gider yarını yarın düşünürüm dersen, doğal engeli aşarsın aşmasına da, bu, çok zor olur, pek çok zor olur.
Kanatlı karınca uçarken, bir su birikintisine düşüp çırpınmakta olan bir karınca gördü. Hemen aşağı süzülüp karıncayı tuttu ve onu kucağına alarak kıyıya çıkardı. Bu karınca yakınlardaki bir karınca yuvasının beyiydi. Karınca beyi kanatlı karıncayı yuvasına davet etti ve akşamki ziyafeti onuruna düzenleyeceğini söyledi. Ziyafette, karınca beyi kanatlı karıncayı diğer karıncalarla tanıştırarak, ona bir can borcu olduğunu ve kendisine gösterilen saygının ona da gösterilmesini istedi. Daha sonraki günlerde karınca beyinin ricalarını kırmayan kanatlı karınca bir süre daha onlarla birlikte olmak zorunda kalacaktı.
Kanatlı karınca geçen günlerle birlikte yuvaya yiyecek taşıma işine girmeye başladı. Uzaklardan bulup getirdiği yiyecekleri yuvaya bırakıyor, tekrar yiyecek aramaya çıkıyordu. Normalde bir karıncanın getirdiği yiyeceklerin dört beş katını tek başına getiriyordu. Karıncalar bu durumu görüyorlar ve memnun oluyorlardı. Bir günde toplanan yiyeceklerin ertesi güne kalmaması kanatlı karıncanın dikkatini çekmeye başladı. Bu neden böyle oluyordu? Neden ertesi güne yiyecek kalmıyordu? Yaz günleri sona erecek, kış gelecekti. Yuvadaki yüzlerce karınca kış günlerinde ne yiyecekti? Kışın on karınca yiyecek aramaya çıksa, acaba kaçı geri dönebilirdi? Dönemeyenlere yazık değil miydi? Dönenler yiyecek bulmuş olsalar bile o kadarcık yiyecek kaç karıncaya yeterdi?.. Sonuç: Açlıktan kırılırdı bunlar. Kanatlı karınca bu durumu karınca beyi ve bazı karıncalara sormak ihtiyacını hissetti. Fakat, onlar kanatlı karıncanın sorduğu soruları anlamsız birtakım basmakalıp cümlelerle geçiştirdiler.
Bir akşam yemeği öncesinde karıncalar yuvadaki salonda toplanmışlardı. Kanatlı karınca söz alarak, kış mevsiminin yaklaştığını, bundan sonra yuvaya getirilen yiyeceklerin küçük bir kısmının kara gün dostu diye saklanmasını, eğer böyle yapılmaz da şimdiki düzen aynen devam ederse yaz günlerine pek az karıncanın ulaşabileceğini yana yakıla anlatmaya başladı. Biraz sonra salondan “ yeter “, “ kes artık “, “ susturun şunu “ diye bağıran sesler duyulmaya başladı. Giderek çoğalan uğultu, kanatlı karıncanın söylediklerinin duyulmasını engelliyordu. Bu sırada karınca beyi ayağa kalktı ve salondaki uğultu bir anda kesildi. Gözyaşları içinde bir şeyler söylemeye çalışan kanatlı karıncaya karınca beyinin tepkisi çok sert oldu. Ona ağır sözler söyledikten sonra, zindana atılmasını emretti. Karıncalar, kanatlı karıncayı yakaladılar ve sürükleyerek salondan dışarı çıkardılar. Sonraki günlerde karınca yuvası eski, sakin yaşamına geri döndü. Karıncaların gündüz getirdikleri yiyeceklerden ertesi güne kalan olmuyordu.
Aradan birkaç ay geçmişti ki, karakış, olanca ağırlığıyla karınca yuvasının üzerine abanmaya başladı. Günlerdir yağan kar bir türlü durmak bilmiyor, bu soğuk havada bırak dışarı çıkıp yiyecek aramayı, yuvanın kapısını aralayıp kafasını dışarı çıkaran karıncanın kafası donuyordu. Dışarıda hava soğuktu da içerde sıcak mıydı sanki? Karınca beyi odaları geziyor, buradaki karıncalara, biraz daha sabretmelerini, kar yağışının er geç dineceğini, o zaman yiyecek aramaya çıkılacağını ve sıkıntıların bir anda biteceğini anlatıyordu. Hele kar bir dinsindi.
Kar yağar yağar bir gün gelir artık yağmaz olurdu yani dinerdi. Karın dinmesiyle birlikte elli karıncadan oluşan bir grup yiyecek aramaya çıktı ve bu elli karıncadan bir tanesi bile geri dönmedi. İçerdeki kayıplar çok daha fazlaydı. Kışa girerken yuvada bulunan bin civarındaki karıncanın yarısı ölmüştü. Besbelli açlıktan kırılıyordu bunlar.
Hava biraz ılışır umuduyla iki gün daha bekledi karınca beyi ve üçüncü gün yanına kırk karıncayı alarak yiyecek aramaya çıktı. Kar yağmıyordu fakat hava buz gibi soğuktu. Demek ki, iki gündür boşuna beklemişti yuvada aç bilaç. Havanın da ılışacağı mılışacağı yoktu. Gece yarısına kadar karınca beyi ve kırk karıncadan bir haber çıkmayınca karıncalar salonda ayak üstü bir toplantı yaptılar. Oldukça kısa süren toplantı sonunda şu karara varıldı: Kanatlı karınca hemen serbest bırakılacaktı.
Ertesi gün kanatlı karınca, karınca beyi ve diğer karıncaları bir ağacın kovuğunda, birbirlerine iyice sokulmuşlar, titreşip dururlarken buldu. Onları ikişer ikişer yuvaya taşıyan kanatlı karınca daha sonraki günlerde hiç gocunmayacak ve yuvaya yiyecek taşıma işine bıraktığı yerden devam edecekti.
Kış süresince kanatlı karınca salonda pek çok defa konuşma yaptı. Onlara bundan sonraki hayatlarını nasıl yaşamaları gerektiğini ve çalışmalarını ne şekilde düzenleyebileceklerini anlattı. Sonunda karakış bitti, yaz geldi ve kanatlı karınca tümüne elveda diyerek uçup gitti.
NASREDDİN HOCA
bir gün hoca ve karısı bir göl kenarına gitmişler orada ça
maşır yıkıyacakmış. karısı nasrettin hocaya demiş ki
-sen eve gitte bu sıralar hırsız cok demiş kapıyı sakın yanlız bırakma demiş
nasrettin hocada
-tamam ben gidiyorum demiş ve ayrılmış
sonra aradan 1-2 saat geçmiş ve komşunun oğlu gelmiş
-nasrettin hoca egerki akşam müsaitseniz annemgil çay içmeye gelecek demiş
sonra nasrettin hocada
-buyursun gelsinler demiş
demiş demesinede bunu nasıl karısına haber vericekmiş
sonrada aklına bi fikir gelmiş kapıyı söküp karısının yanına gitmiş
-hanım akşama komşular bize gelicek demiş
hanım kapıyı nasrettin hocanın sırtında görünce şaşırmış demişkii
-kapının ne işi var demiş
nasrettin hocada
-ne çabuk unuttun hani sen kapıyı hiç yanlız bırakma demiştin ya ne çabuk unuttun
maşır yıkıyacakmış. karısı nasrettin hocaya demiş ki
-sen eve gitte bu sıralar hırsız cok demiş kapıyı sakın yanlız bırakma demiş
nasrettin hocada
-tamam ben gidiyorum demiş ve ayrılmış
sonra aradan 1-2 saat geçmiş ve komşunun oğlu gelmiş
-nasrettin hoca egerki akşam müsaitseniz annemgil çay içmeye gelecek demiş
sonra nasrettin hocada
-buyursun gelsinler demiş
demiş demesinede bunu nasıl karısına haber vericekmiş
sonrada aklına bi fikir gelmiş kapıyı söküp karısının yanına gitmiş
-hanım akşama komşular bize gelicek demiş
hanım kapıyı nasrettin hocanın sırtında görünce şaşırmış demişkii
-kapının ne işi var demiş
nasrettin hocada
-ne çabuk unuttun hani sen kapıyı hiç yanlız bırakma demiştin ya ne çabuk unuttun
ÇOBAN ÇOCUĞU
Bir zamanlar her soruya insanı şaşırtacak cevaplar veren akıllı bir çoban çocuğu varmış. Şöhreti etrafa öyle yayılmış ki, kral da merak edip çocuğu saraya davet etmiş:
“Sana üç soru soracağım.” demiş.
“Birinci sorum şu: Dünyadaki bütün denizlerde kaç damla su vardır?”
“Haşmetli kralım...Yeryüzündeki bütün ırmakların akışını durdurun bir süre...Ben sayarken yanlış olmasın. Sonra ben size denizlerde kaç damla su olduğunu söyleyeceğim...”
Bu akıllıca cevaba hayret eden kral ikinci soruyu sormuş:
“Gökyüzünde kaç yıldız vardır?”
Çoban çocuğu:
“Bana büyük bir tabaka kağıt verin.” demiş.
Kağıt getirilince, üzerine sayılamayacak kadar nokta koymuş.Sonra kağıdı krala uzatarak:
“Bu kağıdın üzerinde ne kadar nokta varsa gökyüzünde de o kadar yıldız vardır.Sayın inanmazsanız.” demiş.
Kral son soruyu sormuş:
“Sonsuzluk nedir?”
“Bizim köyde bir dağ vardır. Yüksekliği, genişliği, uzunluğu tam bir saat çeker.Oraya yüzyılda bir kuş gelir ve gagasını bir kayaya sürter. Bütün dağ yok oluncaya kadar, sonsuzluğun yalnız bir saniyesi geçmiş olur.Gerisini siz hesaplayın...”
Çocuğun zekasına hayran kalan kral:
“Sen bütün sorduklarıma bir bilgin gibi cevap verdin.Şimdiden sonra benim sarayımda oturacak ve öz oğlummuş gibi saygı göreceksin.” demiş.
“Sana üç soru soracağım.” demiş.
“Birinci sorum şu: Dünyadaki bütün denizlerde kaç damla su vardır?”
“Haşmetli kralım...Yeryüzündeki bütün ırmakların akışını durdurun bir süre...Ben sayarken yanlış olmasın. Sonra ben size denizlerde kaç damla su olduğunu söyleyeceğim...”
Bu akıllıca cevaba hayret eden kral ikinci soruyu sormuş:
“Gökyüzünde kaç yıldız vardır?”
Çoban çocuğu:
“Bana büyük bir tabaka kağıt verin.” demiş.
Kağıt getirilince, üzerine sayılamayacak kadar nokta koymuş.Sonra kağıdı krala uzatarak:
“Bu kağıdın üzerinde ne kadar nokta varsa gökyüzünde de o kadar yıldız vardır.Sayın inanmazsanız.” demiş.
Kral son soruyu sormuş:
“Sonsuzluk nedir?”
“Bizim köyde bir dağ vardır. Yüksekliği, genişliği, uzunluğu tam bir saat çeker.Oraya yüzyılda bir kuş gelir ve gagasını bir kayaya sürter. Bütün dağ yok oluncaya kadar, sonsuzluğun yalnız bir saniyesi geçmiş olur.Gerisini siz hesaplayın...”
Çocuğun zekasına hayran kalan kral:
“Sen bütün sorduklarıma bir bilgin gibi cevap verdin.Şimdiden sonra benim sarayımda oturacak ve öz oğlummuş gibi saygı göreceksin.” demiş.
AĞUSTOS BÖCEĞİ İLE KARINCA
bir varmış bir yokmuş bir ormanda ağustos böceği ve karınca varmış.karınca yazın durmadan yuvasına yiyecek taşırmış.ama ağustos böceği çok tembelmiş.karınca bir gün yine böyle yiyecek bulmaya çıkmış.o sırada ağustos böceği ağacın kenarında tatlı tatlı öterken karınca : ağustos böceği nasılsın demiş.oda iyiyim iyiyim senin gibi salak diğilim.demiş.karınca buna çok kızmış.öfke ile konuşarak : ağustos böceği sen hiç bu sene yiyecek toplamamışsın galiba. ağustos böceği gülerek : amaaaan karınca boşver yiyeceği.yaz günü rahatına baksana.ama karınca onun bu tavrına gıcık olmuş.onu önemsememiş ve evine gitmiş.kış iyice yaklaşmış.ağustos böceği de yiyeceksiz kaldığı için karıncadan biraz yiyecek ala bilirim diyerek karıncanın evine gitmiş.karıncaya dönerek: karınca kardeş bana biraz yiyecek vere bilirmisin demiş.ama karınca ona yiyecek vermemiş ve kapıyı şat diye kapatmış.ağustos böceği yiyeceksiz kalarak keşke ondan önce yiyecek ben toplasaydım diyerek bir daha böyle yapmamayacağına kendine söz vermiş. BU GÜNÜN İŞİNİ HİÇ BİR ZAMAN YARINA BIRAKMAYACAKSIN.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)