14 Ekim 2011 Cuma
keloğlan
keloğlanın annesikördü.keloğlana bir gün annesi yürü oğlum zeytin topla da gel demiş annesi keloğlana.keloğlanda tamam anne demiş.yolda yürürken arkadaşlarını görmüş.keloğlan zeytini almamış.gitmiş arkadaşlarıyla gülle oynamış.annesi beklemiş beklemiş.gelen yok.nese akşam olmuş.keloğlan demiş abooooooooo ben zeytin almayı unuttum.anam beni dövecek demiş.akşam olmş .keloğlan eve gelmiş......annesi oğlum zeytini aldın mı? demiş annesi.keloğlan ana bugün zeytin almayı unutttum yarın alsam olur mu? olur oğlum demiş.ama yarın getirim ana demiş.nese yarın olmuş keloğlan yine yola çıkmış yine arkadaşlarını görmüş yine oynamış.yine akşam olmuş.bu seferde unutmuş yine eyvahhhhh ben zeytin tıplayacaktım demiş yanındada koyunlar varmış.onlarda eeeelerini yapıyorlarmış.onların eeeelerini toplamış götürmüş .keloğlan eve gelmiş annesi topladın mı? oğlum demiş.keloğlan topladım demiş versene bir tame demiş annesi vermiş keloğlan.annesi yemiş oğlum bune demiş zeytin ana demiş sen benimi gandırıyon lan demiş eline değmeği almış keloğlanı dövmüş.ONLAR BURAYA GELMİŞLER BİZ ORAYA GİTMİŞİZ.HİHAYEDE BURADA BİTER
barbie ile kır partisi (süper)
barbie sabah erkenden uyanmış.annesi ve babası uyuyormuş. aklına bir fikir gelmiş.hemen arkadaşlarını aramış ve evlerinin önündeki kırlara davet etmiş.hemen yiyecek içecek hazırlamış.anne ve babasının cüzdanlarından kredi kartlarını ve paralarını almış.arkadaşlarına orda beklemelerini söylemiş. barbie dedesinin evine giderek gizlice camdan içeri girmiş. daha sonra dedesinin silahını gizlice almış ve gitmiş. bakkaldan bir kaç şeyi gizlice çaldıktan sonra arkadaşlarının yanına gitmiş. arkadaşları silahın nerden çıktığını sormuş.barbie'de size ne aptallar demiş ve onları öldürmüş. kanlarını bi poşete koymuş, bakkala vişne suyu diye satmış. arkadaşlarının paralarını alıp o paraların hepsiyle içki ve sigara almış. daha sonra bankaya gidip herkesi öldürüp paraları almış.parktaki çocukları oldürdükten sonra kırlara gidip müzik açıp parti yapmış.ordaki parti çirkin olduğu için disco (disko)ya gitmiş.sonra polisler yakalamış. polisler vampirmiş. barbie'yi yemişler.
anne güvercin
Güzel bir yaz günüydü. Batur elinde sapan evlerinin yakınındaki ağaçlıkta kuş avına çıkmıştı. Gözleri radar gibi dikkatle çevreyi tarıyordu. Birden arkasında bir ses duydu: ’Vurma kuşları.’ Döndü, baktı. Seslenen yabancı değildi. Mahalle arkadaşı Sarper’di: “ Ne istersin şu küçük yaratıklardan bilmem ki? Ne zararı var onların sana? Bırak ötsünler, uçsunlar, kanat çırpsınlar. “ Batur: “ Sarper yine mi sen? Bu kaçıncı? İşime karışma demedim mi ben sana? Bak kuşları ürküttün, kaçıp gittiler. Kuş vurmak yasak mı yani? “ Sarper: “ Yasak tabii. Şu sıralar kuş yavrularının büyüme zamanı. Batur: “ Amma yaptın ha.. Yasakmış.. Yasaksa yasak. Kim bilecek benim kuş vurduğumu? Çevrede bir yığın kuş var. Bir kuş vursam kuş kıtlığına kıran girmez ya, kuş nesli tükenmez ya. Bana bak Sarper, sen iyi bir arkadaşsın, fakat şu kuş işine karışma “ dedi ve ses çıkarmamaya dikkat ederek usul usul ilerlemeye başladı. Yirmi metre kadar gittikten sonra bir ağacın altında durdu. Sapanını yukarıya doğru kaldırdı. İyice nişan aldıktan sonra sapanındaki taşı fırlattı. Taş hedefini bulmuştu. Kuş yere düşerken aynı anda havalanan bir başka kuşun kanat sesleri duyuldu. Batur az ötesinde yere düşen kuşu aldı. Kuş can çekişmekteydi. Hemen kuşun kafasını kopardı. Kendisine doğru yürümekte olan Sarper’e dönerek: “ Nasıldım ama? Tek atışta hedef on ikiden. Tık kafa gitti. Tüylerini yoldum mu, küçük bir ateş yakarım. Cız bız. Sonra deyme keyfime “ dedi.
Arkadaşının sözlerine aldırış etmemesine içerleyen Sarper: “ Ne desem, ne söylesem boşuna. Başkalarının senden daha iyi düşünebileceğini hiçbir zaman kabul etmezsin zaten. Vurduğun bir yabani güvercin yavrusu. Yirmi gram et ya çıkar, ya çıkmaz. Hem düşünmediğin bir şey var. Bu yere düşerken kanat sesleri duymuştuk. Herhalde anne güvercindi uçan. Yabani güvercinler bildiğim kadarıyla kin tutarlar. Yavrusunu vurmakla hiç iyi yapmadın “ dedikten sonra geriye dönerek hızlı adımlarla oradan uzaklaştı. Batur daha sonra ağaçlığın kenarında küçük bir ateş yaktı. Buraya gelirken yavru güvercinin tüylerini yolmuş ve iç organlarını temizlemişti. Kuşu pişirmeye başladı. Fakat arka tarafındaki ağaçlardan birinde üzgün ve yaşlı bir çift gözün kendisini izlediğinin farkında bile değildi.
Anne güvercin bir taraftan yavrusunu vuran çocuğu seyrederken, bir taraftan da düşünüyordu: “ Aslında elinde bir çocuğun bize doğru yaklaştığını görmesek, duymasak bile hissederiz. Fakat biz kuşlar, ağaç dalları üzerinde otururken dalar gideriz. Geçmişi düşünürüz. Hatıralar gözlerimiz önünde canlanır. Doğrularımız, yanlışlarımız aklımıza gelir. Çoğu zaman da hayaller kurarız. Bunlar genellikle tadını damağımızda hissedeceğimiz hayallerdir. Yani gerçek olmasını istediğimiz. İşte bu gibi durumlarda bir sapanın veya bir tüfeğin bize doğru nişanlandığını görmemiz yahut yaklaşan birinin hışırtısını, ayak seslerini duymamız mümkün değildir. Biricik yavruma uçmayı öğretiyordum. Yavrum çok yorulmuştu. Bir ağacın dalına konduk, dinleniyorduk. Etraftaki ağaçlar kuş doluydu ve sanırım çoğu da benim gibi hayallere dalmıştı. Küt diye bir ses duydum ve yavrumun feryadı ile kendime geldim. Baktım yavrum vurulmuş düşüyordu. Kanatlarımı çırptım ve uçtum. Havada geniş bir daire çizdikten sonra olayın olduğu yere döndüm. Çevrede kuş yoktu, hepsi kaçıp gitmişlerdi. Olayın nasıl olduğunu kuşlardan sorar, öğrenirim. Neyse bırakayım şimdi bunları düşünmeyi. Yavrumu vuran çocuk kalktı, gidiyor. Gözden kaybetmeden takip edeyim şunu. Evinin nerede olduğunu öğrenirim hiç olmazsa. “
Batur yolda gördüğü bir arkadaşıyla konuştuktan sonra oturdukları apartmanın kapısından içeriye girdi. Oturdukları daire 4. kattaydı. Anne güvercin karşı sokaktaki bir apartmanın çatısında saatlerce bekledi. Akşam olunca odaların, salonların ışıkları yanmaya başladı. Yavrusunu vuran çocuğun girdiği binanın oda ve salonlarını kontrol etmeye başladı. Örtülmeyen veya aralık bırakılan perdelerin arkasından içeri bakıyordu. 4. kattaki balkonun korkuluk demirlerinin üzerine kondu. Şöyle bir etrafına bakındı, bir tehlike var mı diye. Sonra ağır ağır başını pencere tarafına doğru çevirdi. Perdesi kapatılmamış pencereden içerisi rahatlıkla görünüyordu. Ve onu gördü…tam karşıda oturmuş, yanındaki birkaç kişiye bir şeyler anlatıyordu. El-kol hareketleri yapıyor, kahkahalarla gülüyor, etrafındakileri güldürüyordu. Onun son derece neşeli hali içini sızlattı. Bu sahneyi daha fazla görmeye dayanamadı, kanatlarını çırptı ve simsiyah gökyüzüne doğru uçup gitti. Daha sonraki günlerde Batur evlerinin yakınındaki ağaçlıkta sık sık kuş avına çıktı. Fakat hayret!..Her zaman pek çok kuşun bulunduğu bu ağaçlıkta bir tek kuşa rastlayamıyordu.
Batur, yine bir gün elinde sapanıyla buraya geldi. Çevreden çıt çıkmıyordu, etrafta hiç kuş yoktu. Tam yavru güvercini vurduğu ağacın altına gelmişti ki, aniden kanat sesleri duydu. Şaşırmıştı. Üzerine doğru dalışa geçen kuşu son anda fark etti. Elleriyle yüzünü kapatması onu yaralanmaktan kurtardı. Kuş çığlıklar atarak hemen ikinci defa saldırıya geçti. Bu saldırı birincisinden çok daha şiddetli oldu. Kuşun kanat vuruşları birer tokat gibi yüzüne gelen Batur, sırtüstü yere yuvarlanırken eliyle kuşa sert bir darbe indirdi. Kuşun ilerdeki çalılıkların arasına düştüğünü gören Batur, arkasına bile bakmadan kaçıp gitti. Batur o gece hiç uyuyamadı. Yatağında devamlı olarak bir o yana, bir bu yana döndü, durdu. Sabaha karşı şafak sökerken o kuşun kim olduğunu ve kendisine neden saldırdığını anlamıştı. O kuş, birkaç gün önce vurduğu yavru güvercini annesiydi. Demek ki anne güvercin yavrusunu vuranı unutmamış, devamlı olarak takip etmişti. Kuş vurmak için ağaçlığa gelirken orada bulunan kuşların kaçıp gitmesini sağlamıştı. Bu birkaç gündür ağaçlıkta hiç kuş görememesinin nedenini ortaya çıkarıyordu. Korkunç bir takip altındaydı. Eğer kuş vurmaya devam ederse anne güvercinin felaketine neden olacağını anladı. Zararın neresinden dönülürse kardı. Bir daha kuş avına çıkmazsam anne güvercin belki peşimi bırakır diye düşündü. Zaten sapanını anne güvercin ile boğuşurken düşürmüştü. Bundan sonra kuş vurmayacağına söz verdi.
Anne güvercin ise, Batur ile yaptığı mücadeleden sonra yerde bulduğu sapanı gagasının arasına kıstırıp uçup gitmiş, uzaklara, çok uzaklara, kimsenin onu bulup bir daha kuş vurmasına imkan bulamayacağı kadar uzaklara giderek oralarda bulduğu bir çukura sapanı atmış ve üzerine toprak, yaprak ne bulduysa doldurarak gömmüştü. Anne güvercin daha sonraki günlerde ağaçlığın kenarında nöbet tutmaya devam etti. Birisi buraya gelmeye kalksa hemen ağaçlar üzerinde dinlenen, uyuklayan veya hayal kurmakta olan kuşları uyaracak ve bu ağaçlıkta kimsenin kuş vurmasına izin vermeyecekti. Böylece aradan haftalar geçti. Sonbaharın gelmesiyle havalar soğumaya başladı. Bütün göçmen kuşlar gibi anne güvercin de grubuyla birlikte kışı geçirmek için sıcak ülkelere göç etti. Ertesi yıl nisan ayında anne güvercin grubuyla birlikte tekrar bu ağaçlığa geldi. Günler çok sakin ve olaysız geçiyordu. Anne güvercin fırsattan istifade ederek üç tane yumurta yumurtladı. Bu yumurtaların üzerinde günlerce kuluçkaya yattı. Sonunda yumurtalar çatladı ve üç tane minimini yavru sahibi oldu. Yaz mevsimi boyunca yavrularını büyüttü, onlara uçmayı öğretti. Hayatta kendilerine yönelebilecek tehlikelere karşı daima uyanık durumda bulunmayı öğütledi. Batur verdiği sözü tuttu. Bir daha onu kuş vururken gören olmadı.
Arkadaşının sözlerine aldırış etmemesine içerleyen Sarper: “ Ne desem, ne söylesem boşuna. Başkalarının senden daha iyi düşünebileceğini hiçbir zaman kabul etmezsin zaten. Vurduğun bir yabani güvercin yavrusu. Yirmi gram et ya çıkar, ya çıkmaz. Hem düşünmediğin bir şey var. Bu yere düşerken kanat sesleri duymuştuk. Herhalde anne güvercindi uçan. Yabani güvercinler bildiğim kadarıyla kin tutarlar. Yavrusunu vurmakla hiç iyi yapmadın “ dedikten sonra geriye dönerek hızlı adımlarla oradan uzaklaştı. Batur daha sonra ağaçlığın kenarında küçük bir ateş yaktı. Buraya gelirken yavru güvercinin tüylerini yolmuş ve iç organlarını temizlemişti. Kuşu pişirmeye başladı. Fakat arka tarafındaki ağaçlardan birinde üzgün ve yaşlı bir çift gözün kendisini izlediğinin farkında bile değildi.
Anne güvercin bir taraftan yavrusunu vuran çocuğu seyrederken, bir taraftan da düşünüyordu: “ Aslında elinde bir çocuğun bize doğru yaklaştığını görmesek, duymasak bile hissederiz. Fakat biz kuşlar, ağaç dalları üzerinde otururken dalar gideriz. Geçmişi düşünürüz. Hatıralar gözlerimiz önünde canlanır. Doğrularımız, yanlışlarımız aklımıza gelir. Çoğu zaman da hayaller kurarız. Bunlar genellikle tadını damağımızda hissedeceğimiz hayallerdir. Yani gerçek olmasını istediğimiz. İşte bu gibi durumlarda bir sapanın veya bir tüfeğin bize doğru nişanlandığını görmemiz yahut yaklaşan birinin hışırtısını, ayak seslerini duymamız mümkün değildir. Biricik yavruma uçmayı öğretiyordum. Yavrum çok yorulmuştu. Bir ağacın dalına konduk, dinleniyorduk. Etraftaki ağaçlar kuş doluydu ve sanırım çoğu da benim gibi hayallere dalmıştı. Küt diye bir ses duydum ve yavrumun feryadı ile kendime geldim. Baktım yavrum vurulmuş düşüyordu. Kanatlarımı çırptım ve uçtum. Havada geniş bir daire çizdikten sonra olayın olduğu yere döndüm. Çevrede kuş yoktu, hepsi kaçıp gitmişlerdi. Olayın nasıl olduğunu kuşlardan sorar, öğrenirim. Neyse bırakayım şimdi bunları düşünmeyi. Yavrumu vuran çocuk kalktı, gidiyor. Gözden kaybetmeden takip edeyim şunu. Evinin nerede olduğunu öğrenirim hiç olmazsa. “
Batur yolda gördüğü bir arkadaşıyla konuştuktan sonra oturdukları apartmanın kapısından içeriye girdi. Oturdukları daire 4. kattaydı. Anne güvercin karşı sokaktaki bir apartmanın çatısında saatlerce bekledi. Akşam olunca odaların, salonların ışıkları yanmaya başladı. Yavrusunu vuran çocuğun girdiği binanın oda ve salonlarını kontrol etmeye başladı. Örtülmeyen veya aralık bırakılan perdelerin arkasından içeri bakıyordu. 4. kattaki balkonun korkuluk demirlerinin üzerine kondu. Şöyle bir etrafına bakındı, bir tehlike var mı diye. Sonra ağır ağır başını pencere tarafına doğru çevirdi. Perdesi kapatılmamış pencereden içerisi rahatlıkla görünüyordu. Ve onu gördü…tam karşıda oturmuş, yanındaki birkaç kişiye bir şeyler anlatıyordu. El-kol hareketleri yapıyor, kahkahalarla gülüyor, etrafındakileri güldürüyordu. Onun son derece neşeli hali içini sızlattı. Bu sahneyi daha fazla görmeye dayanamadı, kanatlarını çırptı ve simsiyah gökyüzüne doğru uçup gitti. Daha sonraki günlerde Batur evlerinin yakınındaki ağaçlıkta sık sık kuş avına çıktı. Fakat hayret!..Her zaman pek çok kuşun bulunduğu bu ağaçlıkta bir tek kuşa rastlayamıyordu.
Batur, yine bir gün elinde sapanıyla buraya geldi. Çevreden çıt çıkmıyordu, etrafta hiç kuş yoktu. Tam yavru güvercini vurduğu ağacın altına gelmişti ki, aniden kanat sesleri duydu. Şaşırmıştı. Üzerine doğru dalışa geçen kuşu son anda fark etti. Elleriyle yüzünü kapatması onu yaralanmaktan kurtardı. Kuş çığlıklar atarak hemen ikinci defa saldırıya geçti. Bu saldırı birincisinden çok daha şiddetli oldu. Kuşun kanat vuruşları birer tokat gibi yüzüne gelen Batur, sırtüstü yere yuvarlanırken eliyle kuşa sert bir darbe indirdi. Kuşun ilerdeki çalılıkların arasına düştüğünü gören Batur, arkasına bile bakmadan kaçıp gitti. Batur o gece hiç uyuyamadı. Yatağında devamlı olarak bir o yana, bir bu yana döndü, durdu. Sabaha karşı şafak sökerken o kuşun kim olduğunu ve kendisine neden saldırdığını anlamıştı. O kuş, birkaç gün önce vurduğu yavru güvercini annesiydi. Demek ki anne güvercin yavrusunu vuranı unutmamış, devamlı olarak takip etmişti. Kuş vurmak için ağaçlığa gelirken orada bulunan kuşların kaçıp gitmesini sağlamıştı. Bu birkaç gündür ağaçlıkta hiç kuş görememesinin nedenini ortaya çıkarıyordu. Korkunç bir takip altındaydı. Eğer kuş vurmaya devam ederse anne güvercinin felaketine neden olacağını anladı. Zararın neresinden dönülürse kardı. Bir daha kuş avına çıkmazsam anne güvercin belki peşimi bırakır diye düşündü. Zaten sapanını anne güvercin ile boğuşurken düşürmüştü. Bundan sonra kuş vurmayacağına söz verdi.
Anne güvercin ise, Batur ile yaptığı mücadeleden sonra yerde bulduğu sapanı gagasının arasına kıstırıp uçup gitmiş, uzaklara, çok uzaklara, kimsenin onu bulup bir daha kuş vurmasına imkan bulamayacağı kadar uzaklara giderek oralarda bulduğu bir çukura sapanı atmış ve üzerine toprak, yaprak ne bulduysa doldurarak gömmüştü. Anne güvercin daha sonraki günlerde ağaçlığın kenarında nöbet tutmaya devam etti. Birisi buraya gelmeye kalksa hemen ağaçlar üzerinde dinlenen, uyuklayan veya hayal kurmakta olan kuşları uyaracak ve bu ağaçlıkta kimsenin kuş vurmasına izin vermeyecekti. Böylece aradan haftalar geçti. Sonbaharın gelmesiyle havalar soğumaya başladı. Bütün göçmen kuşlar gibi anne güvercin de grubuyla birlikte kışı geçirmek için sıcak ülkelere göç etti. Ertesi yıl nisan ayında anne güvercin grubuyla birlikte tekrar bu ağaçlığa geldi. Günler çok sakin ve olaysız geçiyordu. Anne güvercin fırsattan istifade ederek üç tane yumurta yumurtladı. Bu yumurtaların üzerinde günlerce kuluçkaya yattı. Sonunda yumurtalar çatladı ve üç tane minimini yavru sahibi oldu. Yaz mevsimi boyunca yavrularını büyüttü, onlara uçmayı öğretti. Hayatta kendilerine yönelebilecek tehlikelere karşı daima uyanık durumda bulunmayı öğütledi. Batur verdiği sözü tuttu. Bir daha onu kuş vururken gören olmadı.
şımarık kız
Bir zamanlar bir kız yaşarmış.Tek kardeş imiş.Bunun için anne ve babasından büyük ilgi alırmış . Ama bu kız küçük ve olduğu kadar da şımarıkmış. Her istediğini anne ve babasına yaptırıyor , ve anne ve babası da yapmazsa ağlıyıp zırlıyormuş. Bunun için arkadaşları bir gün çikolata almaya gitmişler anne ve babasına banada alın diye bağırmış bu sefer ne annesi nede babası izin vermiş. Kız ağlasada zırlasada izin vermemişler . Kızın yeni bir kardeşi olacakmış bunun için çok üzülmüş tek kardeş olmak istiyordu annesine onun aldırması için herşeyi yaparım demiş ama bunun imkanı bile yokmuş . Kız artık çok sinirli eski huyu gibi şımarıkmış . Yakın zamanda kardeşi doğcağı için ona oda hazırlamışlar artık küçük kız iyice şımarmış kimseyle konuşmuyor her dakikada bir herşeyi almalarını istiyormuş.Kızın kardeşı doğmuş kız artık kardeşine öyle kötü davranıyormuş ki ; bişey aldığı zaman ona vermiyor ve gıcıklık yapıyormuş . Ama bir gün annesi onu yanına çağırıp doğru yapması gereken şeyleri önermiş . Ve sonunda kız tatlı ve şeker biri olmuş artık da kimseye kötü davranmıyor ve şımarıklık yapmıyormu .
tatil
Birgün baba ile oğlu tatile gideceklermiş.Tatile gidecekleri yere giden tek yol bir çölden geçiyormuş.Neise çölde giderken karavanlarının benzini bitmiş.Babası hemen ağacın altına çekmiş karavanı ve cep telefonunu oğluna verip şöyle demiş,'Ben şehre gidip bir çekici aracı getireceğim,eğer 2-3saate dönmezsem polisi ara' ve gitmiş.Aradan 2saat geçmiş,3saat,4saat.
Sonra karavanın tavanından ŞIP-ŞIP diye sesler gelmeye başlamış.Çocuk korkmaya başlamış.Babasının gelmediğinden de emin olunca aramış polisi.Polis gelmiş.Başkomiser diğer polislere şöyle demiş 'Çocuğu hemen götürün buradan,bunu görmemeli'demiş.Memurlar hemen çocuğu arabaya bindirip şehre yönelmişler.Ama çocuk araba şehre ilerlerken onu görmüş...Babası-nın başsız bedeninin ağaca asılması sonucu kafası kopuk cesetten damlayan kanlarmış o ŞIP-ŞIP seslerinin kaynağı...
Sonra karavanın tavanından ŞIP-ŞIP diye sesler gelmeye başlamış.Çocuk korkmaya başlamış.Babasının gelmediğinden de emin olunca aramış polisi.Polis gelmiş.Başkomiser diğer polislere şöyle demiş 'Çocuğu hemen götürün buradan,bunu görmemeli'demiş.Memurlar hemen çocuğu arabaya bindirip şehre yönelmişler.Ama çocuk araba şehre ilerlerken onu görmüş...Babası-nın başsız bedeninin ağaca asılması sonucu kafası kopuk cesetten damlayan kanlarmış o ŞIP-ŞIP seslerinin kaynağı...
Birgün baba ile oğlu tatile gideceklermiş.Tatile gidecekleri yere giden tek yol bir çölden geçiyormuş.Neise çölde giderken karavanlarının benzini bitmiş.Babası hemen ağacın altına çekmiş karavanı ve cep telefonunu oğluna verip şöyle demiş,'Ben şehre gidip bir çekici aracı getireceğim,eğer 2-3saate dönmezsem polisi ara' ve gitmiş.Aradan 2saat geçmiş,3saat,4saat.
Sonra karavanın tavanından ŞIP-ŞIP diye sesler gelmeye başlamış.Çocuk korkmaya başlamış.Babasının gelmediğinden de emin olunca aramış polisi.Polis gelmiş.Başkomiser diğer polislere şöyle demiş 'Çocuğu hemen götürün buradan,bunu görmemeli'demiş.Memurlar hemen çocuğu arabaya bindirip şehre yönelmişler.Ama çocuk araba şehre ilerlerken onu görmüş...Babası-nın başsız bedeninin ağaca asılması sonucu kafası kopuk cesetten damlayan kanlarmış o ŞIP-ŞIP seslerinin kaynağı...
Sonra karavanın tavanından ŞIP-ŞIP diye sesler gelmeye başlamış.Çocuk korkmaya başlamış.Babasının gelmediğinden de emin olunca aramış polisi.Polis gelmiş.Başkomiser diğer polislere şöyle demiş 'Çocuğu hemen götürün buradan,bunu görmemeli'demiş.Memurlar hemen çocuğu arabaya bindirip şehre yönelmişler.Ama çocuk araba şehre ilerlerken onu görmüş...Babası-nın başsız bedeninin ağaca asılması sonucu kafası kopuk cesetten damlayan kanlarmış o ŞIP-ŞIP seslerinin kaynağı...
13 Ekim 2011 Perşembe
kül kedisi
evel zaman içinde kalpur saman i
çinde bir kız varmış zavallı kızın annesi öldügü için üvey annesi vardı. zavallı kızın üvey annesi kıza çok kötü davranıyomuş.hatta kızın iki tane üvey kızkardeşi varmış.birgün köyün prensi bir balo düzenleyip koyün baloda en güzel kızıyla evlenecekmiş.kız bu baloya meyı çok istemiş ama üvey annesi buna izin vermemiş.üvey anne baloya giderken kıza şoyle der:geldigimde elbiseler yıkanmış yemek hazırlanmış olacal.he bide yemek bu sefer 6 kişilik olacak.üvey anne baloya gittikten sonra kız alamaya başlar birde ne görsün karşısında bir peri peri kıza şöyle der:bana bir kabak getir kız perinin dedigini yapar:peri kabaha bir kere dokunduktan sonra kabak bir arabaya dönüşür kıza dokundugunda ise kız dünya güzeli gibi olur. kıza kıza 12de evde ol der kız prensle das eder.saat12 olur ve kız eve giderken ayakkabısını düşürür prens köyün bütün kızlarına ayakkabıyı giydirir ve kızı bulur kız prenses olur böylece bu hişikaye burda biter
prenses july
Bir zamanlar uzak ülkelerde güzel mi güzel bir kız dogmuş.
Gözleri tıpkı elmas gibi parlakmış.July bir yetimhanede kalıyormuş.
Annesi o doğunca ölmüş.Babası da onu yetimhaneye bırakmış.
July'in büyüdüğü yetimhanede kötü bir bakıcı ve kötü bir yemekhane görevlisi varmış.
July büyüdükçe güzelleşmiş.
Artık 10 yaşına girmiş.Ordaki arkadaşları ile birlikte doğum gününü kutladılar.
Juliye kötü davranan bakıcısı onu her gün döverdi.
July kaçmaya karar verdi ve yetimhaneden büyük bir zorlukla kaçtı.
Uzun bir yoldan sonra bir saraya vardı.Ve gardiyanlara kıralla konuşmak istediğini
söyledi.Gardıyanlar adını sordu.Oda söyledi.Gardiyanlar kırala sordular:
Kıralımız bir kız geldi.Adı July.
Kıral:
Hemen getirin.dedi.
July geldi.Kıral hemen kızı olduğunu anladı.
Sen benim kızımsın demiş.Ve kızına kavuşmanın mutluluğunu yaşamış.
Gözleri tıpkı elmas gibi parlakmış.July bir yetimhanede kalıyormuş.
Annesi o doğunca ölmüş.Babası da onu yetimhaneye bırakmış.
July'in büyüdüğü yetimhanede kötü bir bakıcı ve kötü bir yemekhane görevlisi varmış.
July büyüdükçe güzelleşmiş.
Artık 10 yaşına girmiş.Ordaki arkadaşları ile birlikte doğum gününü kutladılar.
Juliye kötü davranan bakıcısı onu her gün döverdi.
July kaçmaya karar verdi ve yetimhaneden büyük bir zorlukla kaçtı.
Uzun bir yoldan sonra bir saraya vardı.Ve gardiyanlara kıralla konuşmak istediğini
söyledi.Gardıyanlar adını sordu.Oda söyledi.Gardiyanlar kırala sordular:
Kıralımız bir kız geldi.Adı July.
Kıral:
Hemen getirin.dedi.
July geldi.Kıral hemen kızı olduğunu anladı.
Sen benim kızımsın demiş.Ve kızına kavuşmanın mutluluğunu yaşamış.
keloğlan
keloğlanın annesikördü.keloğlana bir gün annesi yürü oğlum zeytin topla da gel demiş annesi keloğlana.keloğlanda tamam anne demiş.yolda yürürken arkadaşlarını görmüş.keloğlan zeytini almamış.gitmiş arkadaşlarıyla gülle oynamış.annesi beklemiş beklemiş.gelen yok.nese akşam olmuş.keloğlan demiş abooooooooo ben zeytin almayı unuttum.anam beni dövecek demiş.akşam olmş .keloğlan eve gelmiş......annesi oğlum zeytini aldın mı? demiş annesi.keloğlan ana bugün zeytin almayı unutttum yarın alsam olur mu? olur oğlum demiş.ama yarın getirim ana demiş.nese yarın olmuş keloğlan yine yola çıkmış yine arkadaşlarını görmüş yine oynamış.yine akşam olmuş.bu seferde unutmuş yine eyvahhhhh ben zeytin tıplayacaktım demiş yanındada koyunlar varmış.onlarda eeeelerini yapıyorlarmış.onların eeeelerini toplamış götürmüş .keloğlan eve gelmiş annesi topladın mı? oğlum demiş.keloğlan topladım demiş versene bir tame demiş annesi vermiş keloğlan.annesi yemiş oğlum bune demiş zeytin ana demiş sen benimi gandırıyon lan demiş eline değmeği almış keloğlanı dövmüş.ONLAR BURAYA GELMİŞLER BİZ ORAYA GİTMİŞİZ.HİHAYEDE BURADA BİTER
8 Ekim 2011 Cumartesi
Cesur Terzi
“…Terzi, sineklerhiç birinin kaçamadığını görünce, tek tek saymış ve, “Vay be! Ne yaman adammışım; yedisini birden öldürdüm” diye kendi kendine söylenmiş. Fakat bundan kimin haberi varmış ki?
Terzi, ‘bu yiğitliğimi herkes öğrenmeli’ diye düşünmüş. ‘Öyle bomboş oturan bir terzi olmadığımı göstermenin zamanı geldi de geçiyor bile...’
Terzi o günden sonra bu yiğitliğini herkese nasıl duyurabileceğini düşünmeye başlamış... Acaba kasabanın meydanına çıkıp ‘ben ne yiğit adamım!’ diye mi bağırsa? Yoksa dükkânının camına ‘EN YAMAN TERZİ’ diye mi yazsa …
Sonunda aklına daha parlak bir fikir gelmiş. Kendine bir kuşak dikerek, üzerine kocaman harflerle, ‘BİR VURUŞTA YEDİ CAN’ yazmış. Sonra da bu kuşağı özenle beline bağlamış…”
Grimm Kardeşlerin dünyaca ünlü eseri Cesur Terzi’yi Nehir Aydın Gökduman tatlı mı tatlı bir dille yeniden üsluplandırdı. Murat Bingöl’se sevimli resimlerle süsledi.
Çocuklar, devleri aklıyla yenmeyi başaran Cesur Terzi’nin maceralarını okurken hem eğlenecek hem de kendi paylarına pek çok ders çıkaracaklar.
Terzi, ‘bu yiğitliğimi herkes öğrenmeli’ diye düşünmüş. ‘Öyle bomboş oturan bir terzi olmadığımı göstermenin zamanı geldi de geçiyor bile...’
Terzi o günden sonra bu yiğitliğini herkese nasıl duyurabileceğini düşünmeye başlamış... Acaba kasabanın meydanına çıkıp ‘ben ne yiğit adamım!’ diye mi bağırsa? Yoksa dükkânının camına ‘EN YAMAN TERZİ’ diye mi yazsa …
Sonunda aklına daha parlak bir fikir gelmiş. Kendine bir kuşak dikerek, üzerine kocaman harflerle, ‘BİR VURUŞTA YEDİ CAN’ yazmış. Sonra da bu kuşağı özenle beline bağlamış…”
Grimm Kardeşlerin dünyaca ünlü eseri Cesur Terzi’yi Nehir Aydın Gökduman tatlı mı tatlı bir dille yeniden üsluplandırdı. Murat Bingöl’se sevimli resimlerle süsledi.
Çocuklar, devleri aklıyla yenmeyi başaran Cesur Terzi’nin maceralarını okurken hem eğlenecek hem de kendi paylarına pek çok ders çıkaracaklar.
25 Ağustos 2011 Perşembe
ÇOBAN ÇOCUĞU
Bir zamanlar her soruya insanı şaşırtacak cevaplar veren akıllı bir çoban çocuğu varmış. Şöhreti etrafa öyle yayılmış ki, kral da merak edip çocuğu saraya davet etmiş:
“Sana üç soru soracağım.” demiş.
“Birinci sorum şu: Dünyadaki bütün denizlerde kaç damla su vardır?”
“Haşmetli kralım...Yeryüzündeki bütün ırmakların akışını durdurun bir süre...Ben sayarken yanlış olmasın. Sonra ben size denizlerde kaç damla su olduğunu söyleyeceğim...”
Bu akıllıca cevaba hayret eden kral ikinci soruyu sormuş:
“Gökyüzünde kaç yıldız vardır?”
Çoban çocuğu:
“Bana büyük bir tabaka kağıt verin.” demiş.
Kağıt getirilince, üzerine sayılamayacak kadar nokta koymuş.Sonra kağıdı krala uzatarak:
“Bu kağıdın üzerinde ne kadar nokta varsa gökyüzünde de o kadar yıldız vardır.Sayın inanmazsanız.” demiş.
Kral son soruyu sormuş:
“Sonsuzluk nedir?”
“Bizim köyde bir dağ vardır. Yüksekliği, genişliği, uzunluğu tam bir saat çeker.Oraya yüzyılda bir kuş gelir ve gagasını bir kayaya sürter. Bütün dağ yok oluncaya kadar, sonsuzluğun yalnız bir saniyesi geçmiş olur.Gerisini siz hesaplayın...”
Çocuğun zekasına hayran kalan kral:
“Sen bütün sorduklarıma bir bilgin gibi cevap verdin.Şimdiden sonra benim sarayımda oturacak ve öz oğlummuş gibi saygı göreceksin.” demiş.
“Sana üç soru soracağım.” demiş.
“Birinci sorum şu: Dünyadaki bütün denizlerde kaç damla su vardır?”
“Haşmetli kralım...Yeryüzündeki bütün ırmakların akışını durdurun bir süre...Ben sayarken yanlış olmasın. Sonra ben size denizlerde kaç damla su olduğunu söyleyeceğim...”
Bu akıllıca cevaba hayret eden kral ikinci soruyu sormuş:
“Gökyüzünde kaç yıldız vardır?”
Çoban çocuğu:
“Bana büyük bir tabaka kağıt verin.” demiş.
Kağıt getirilince, üzerine sayılamayacak kadar nokta koymuş.Sonra kağıdı krala uzatarak:
“Bu kağıdın üzerinde ne kadar nokta varsa gökyüzünde de o kadar yıldız vardır.Sayın inanmazsanız.” demiş.
Kral son soruyu sormuş:
“Sonsuzluk nedir?”
“Bizim köyde bir dağ vardır. Yüksekliği, genişliği, uzunluğu tam bir saat çeker.Oraya yüzyılda bir kuş gelir ve gagasını bir kayaya sürter. Bütün dağ yok oluncaya kadar, sonsuzluğun yalnız bir saniyesi geçmiş olur.Gerisini siz hesaplayın...”
Çocuğun zekasına hayran kalan kral:
“Sen bütün sorduklarıma bir bilgin gibi cevap verdin.Şimdiden sonra benim sarayımda oturacak ve öz oğlummuş gibi saygı göreceksin.” demiş.
23 Ağustos 2011 Salı
YÜREĞİM ORADA KALDI
Yeni okulumda göreve başlayalı bir hafta oldu. Yeni bir çevrenin verdiği ürkekliği yavaş yavaş üstümden atmaya başladım. Öğretmen arkadaşlar iyi, öğrenciler iyi, derslere girip çıkıyorum. Fakat eski okulum ve öğrencilerim bir türlü aklımdan çıkmıyor. Bir teneffüs sırasında nöbetçi öğrenci, ziyaretçilerim olduğunu söyledi. Merakla birinci kata indim. Bir de ne göreyim! Eski okul müdürüm, öğretmen arkadaşlarım ve otuz kadar öğrencim hayırlı olsun demeye gelmişler. Dünyalar benim oldu!
Bu kadar kalabalık misafiri ancak yemekhanede ağırlayabileceğimi düşünerek oraya davet ediyorum arkadaşları. Hâl hatır sorma işi bittikten sonra muhabbet başlıyor. Arkadaşlar sitemlerini sözleriyle belirtirken, öğrenciler bakışlarıyla anlatıyorlar. Otuz çift göz, lisân-ı hâl ile soruyor sanki: “Niçin bizi bırakıp gittin, niçin çiçeklerini terk ettin? Anladık bizi sevmiyorsun!..” Konuşuyorum, gülüyorum ama içimdeki burukluk gittikçe büyüyor... Bir şeyler düğümleniyor boğazıma. Öğrencilerimin sitemli bakışları devam ediyor. Gözlerimi kaçırmak istiyorum, ama mümkün olmuyor...
Misafirlerim bir müddet oturduktan sonra: “Hayırlı olsun, Allah utandırmasın!” deyip gidiyorlar. Bahçe kapısına kadar uğurluyorum onları ve isteksiz adımlarla öğretmenler odasına çıkıyorum. Pencerenin önüne geçip arkalarından bakıyorum... Yetim ve boynu bükük bıraktığım çiçekler uzaklaşıyorlar. Bazıları dönüp dönüp bakıyor...
Bu ziyaretler daha sonraki haftalarda da devam etti. Perşembe günleri ne zaman son derse girsem, pencereden dışarıya baktığımda, lacivert önlüklü dört beş öğrencinin geldiğini görüyor, onların gelişini içim sızlayarak seyrediyor, aşağıya indiğimde Meryem, Hülya, Çiğdem ve Tülin’i beni bekler buluyordum.
Her seferinde hâllerini, hatırlarını soruyor, dersleri hakkında bilgi alıyordum. Yeni şiirler yazıp yazmadıklarını sorduğumda omuzlarını silkerek:
-Siz gittikten sonra şiiri bıraktık, diyorlardı.
Ben, bir şeyler yazmaları için yalvarıyor:
-Çocuklar hiç olmazsa benim aleyhime yazın, sizi bırakıp gittiğimi yazın, diye tahrik etmeye çalışıyordum ama bir türlü iknâ olmuyorlardı veya ben öyle sanıyordum.
Bir gün postacı bir mektup getirdi. Gönderen belli değil. Fakat yazısından tanıdım, Çiğdem’di bu. Hem de dediğim konuda yazmış: “Vefasız Öğretmen” Sevinsen mi, üzülsem mi bilemedim...
Birkaç gün sonra iâde-i ziyarette bulunmak için eski okuluma gittim. Teneffüse çıktıklarında, öğrencilerimi göreyim diye okulun bahçesine doğru yürüdüm. Bütün öğrenciler: “Hoş geldiniz öğretmenim!” diyerek etrafımda toplandılar. Yine hâl hatır sorma ve yine sitemler... Derken ders zili çaldı. Kimse sınıfa gitmiyor:
-Haydi çocuklar, zil çaldı, sınıflarınıza gidiniz, diyorum. Yerinden kıpırdayan yok.
-Haydi yavrum, sınıflarınıza, diye ikinci kez tekrarlayınca, Meryem:
-Ne yani, bizi bırakıp gittiğiniz yetmiyormuş gibi, şimdi de yanınızdan mı kovuyorsunuz, deyince susup kalıyorum. Ben onlara bakıyorum nemli gözlerle, onlar bana...
Baktım derse girecekleri yok. Sınıflara doğru yürüdüm. Onlar da yürüdü. Sınıfın birine girdim ve öğretmen masasına oturdum. Onlar da sıralara oturdular.
Bilgi bahçesinin gülü,
Bir çiçektir öğrenciler.
Gönülleri sevgi dolu,
Bir çiçektir öğrenciler.
Gözler yıldız, dilleri bal,
Al bayrakta beyaz hilâl.
Okul ağaç, öğretmen dal,
Bir çiçektir öğrenciler...
Şiirimi okudum ve hiçbir şey demeden çıkıp gittim. Çünkü artık konuşacak hâlde değildim. Yalnız sınıftan çıkarken birkaç damla yaşla beraber içimden bir şeylerin kopup masanın üzerine düştüğünü hissettim...
ASLAYALAN SÖYLEME
Eski zamanlarda, insanlar ilim öğrenmek için çok çalışırlar, her türlü güçlüklere katlanırlardı. Küçük yaşlarında köylerinden, ailelerinden ilim öğrenmek için ayrılırlar, yıllarca onlardan uzaklarda zor şartlar altında yaşarlardı.
Seyyid Abdulkadir’in de küçük yaşta içine öğrenme arzusu düşmüş, bunun çarelerini aramaya başlamıştı. Sonunda dayanamadı, annesine gelerek;
-Anneciğim, ilim öğrenmek için Bağdat’a gitmek istiyorum...dedi.
Annesi ise;
-Senden ayrılmaya gönlüm razı olmuyor. Ancak seni de Allah yolundan alıkoymak istemem.
Annesi Abdulkadir için yol hazırlıkları yaptı. En sonunda da oğluna lazım olur diyerek, 40 altını kaybetmemesi için bir kese içinde yeleğinin koltuk altına dikti. Sonra oğlunun gözlerinin içine bakarak şöyle dedi;
-Sana son olarak nasihatim şudur ki, eğer beni ve Allah’ı memnun etmek istiyorsan asla yalan söyleme, doğruluktan ayrılma. Allah her zaman ve her yerde doğruların yardımcısıdır.
Seyyid Abdulkadir annesine söz verdi ve ağlayarak elini öptü. Bağdat’a giden bir kervana katılarak yola çıktı.
Hemedan yakınlarında dar bir geçide girdiklerinde kervanda bir bağrışma koptu. Eşkıyalar kervana saldırmışlardı. Bir anda bütün sandıklar yere yıkıldı, eşyalar yağma edilmeye başlandı. Haydutlar kervandakilerin neyi var neyi yoksa hepsini alıyorlardı. Eşkıyalardan biri de Abdulkadir’in yanına geldi. Onun fakir haline bakarak şaka olsun diye;
-Söyle bakalım senin neyin var fakir çocuk?
Abdulkadir;
-Yalnız 40 altınım var, diye cevap verdi. Haydut önce şaşırdı sonra gülmeye başladı. İnanamadı ve tekrar sordu;
-Doğru mu söylüyorsun?
Abdulkadir:
-Evet, doğru söylüyorum, 40 altınım var.
Eşkıya meraklandı. Abdulkadir’i elinden tutup reislerine götürdü.
Durumu reislerine anlattı. Haydutların başı;
-Senin 40 altının varmış, doğru mu bu?
Abdulkadir;
-Evet doğru.
Reis;
-Söyle bakalım. Onu nereye sakladın?
Abdulkadir;
-Hırkamın içinde koltuğumun altında saklı.
Bunun üzerine haydutlar hırkasının içinde, koltuğunun altında saklı bulunan 40 altını bularak reislerine verdiler. Herkes çok şaşırmıştı.
Reis hayretle sordu;
-Peki evladım, sen niçin üzerinde altın olduğunu söyledin? Eğer bize söylemeseydin onları bulamazdık.
Abdulkadir;
-Ben annemden ayrılırken, asla yalan söylemeyeceğime dair söz vermiştim. Arkadaşınız senin bir şeyin var mı diye sorunca, altınlarım olduğunu söyledim. 40 altın için verdiğim sözden döneceğimi mi zannediyorsunuz?
Bu sözleri duyan haydutların reisi çok şaşırdı ve derin bir düşünceye daldı. Sonra etrafındakilere dönerek;
-Yazıklar olsun bizlere. Bu çocuk kadar olamadık. Bu çocuk annesine verdiği sözünden dönmemek için her şeyini veriyor. Bizler ise Allah’a söz verdiğimiz halde, hiçbir zaman verdiğimiz sözlerde durmadık. O’nun yapma dediklerini yaptık yarın Allah’ın huzuruna çıktığımızda halimiz nice olacak?
Sonra şöyle devam etti:
-Sizler şahit olun. Şuanda bu çocuk benim kötü yoldan dönmeme sebep oldu.Şimdiye kadar yaptığım bütün günahlarım için pişman olup tövbe ediyorum. Bundan sonra iyi bir insan olup, Rabbim’in sevmediği işleri yapmayacağım.
Reislerine çok bağlı olan haydutlar hep bir ağızdan;
-Reisimiz, biz senden ayrılmayız.Sen hangi yolda yürürsen biz de o yolda yürürüz diyerek hepsi birden pişman olup tövbe ettiler.
Kervandaki insanlardan ne aldılarsa hepsini geri verdiler ve bir daha haydutluk yapmayacaklarına söz verdiler.
Seyyid Abdulkadir ise yoluna devam ederek Bağdat’a ulaştı. Orada ilim tahsiliyle meşgul oldu. Kısa bir zaman içinde çok ünlü bir alim oldu. Binlerce insanın
Kötülüklerden vazgeçip iyi birer insan olmalarına vesile oldu
Seyyid Abdulkadir’in de küçük yaşta içine öğrenme arzusu düşmüş, bunun çarelerini aramaya başlamıştı. Sonunda dayanamadı, annesine gelerek;
-Anneciğim, ilim öğrenmek için Bağdat’a gitmek istiyorum...dedi.
Annesi ise;
-Senden ayrılmaya gönlüm razı olmuyor. Ancak seni de Allah yolundan alıkoymak istemem.
Annesi Abdulkadir için yol hazırlıkları yaptı. En sonunda da oğluna lazım olur diyerek, 40 altını kaybetmemesi için bir kese içinde yeleğinin koltuk altına dikti. Sonra oğlunun gözlerinin içine bakarak şöyle dedi;
-Sana son olarak nasihatim şudur ki, eğer beni ve Allah’ı memnun etmek istiyorsan asla yalan söyleme, doğruluktan ayrılma. Allah her zaman ve her yerde doğruların yardımcısıdır.
Seyyid Abdulkadir annesine söz verdi ve ağlayarak elini öptü. Bağdat’a giden bir kervana katılarak yola çıktı.
Hemedan yakınlarında dar bir geçide girdiklerinde kervanda bir bağrışma koptu. Eşkıyalar kervana saldırmışlardı. Bir anda bütün sandıklar yere yıkıldı, eşyalar yağma edilmeye başlandı. Haydutlar kervandakilerin neyi var neyi yoksa hepsini alıyorlardı. Eşkıyalardan biri de Abdulkadir’in yanına geldi. Onun fakir haline bakarak şaka olsun diye;
-Söyle bakalım senin neyin var fakir çocuk?
Abdulkadir;
-Yalnız 40 altınım var, diye cevap verdi. Haydut önce şaşırdı sonra gülmeye başladı. İnanamadı ve tekrar sordu;
-Doğru mu söylüyorsun?
Abdulkadir:
-Evet, doğru söylüyorum, 40 altınım var.
Eşkıya meraklandı. Abdulkadir’i elinden tutup reislerine götürdü.
Durumu reislerine anlattı. Haydutların başı;
-Senin 40 altının varmış, doğru mu bu?
Abdulkadir;
-Evet doğru.
Reis;
-Söyle bakalım. Onu nereye sakladın?
Abdulkadir;
-Hırkamın içinde koltuğumun altında saklı.
Bunun üzerine haydutlar hırkasının içinde, koltuğunun altında saklı bulunan 40 altını bularak reislerine verdiler. Herkes çok şaşırmıştı.
Reis hayretle sordu;
-Peki evladım, sen niçin üzerinde altın olduğunu söyledin? Eğer bize söylemeseydin onları bulamazdık.
Abdulkadir;
-Ben annemden ayrılırken, asla yalan söylemeyeceğime dair söz vermiştim. Arkadaşınız senin bir şeyin var mı diye sorunca, altınlarım olduğunu söyledim. 40 altın için verdiğim sözden döneceğimi mi zannediyorsunuz?
Bu sözleri duyan haydutların reisi çok şaşırdı ve derin bir düşünceye daldı. Sonra etrafındakilere dönerek;
-Yazıklar olsun bizlere. Bu çocuk kadar olamadık. Bu çocuk annesine verdiği sözünden dönmemek için her şeyini veriyor. Bizler ise Allah’a söz verdiğimiz halde, hiçbir zaman verdiğimiz sözlerde durmadık. O’nun yapma dediklerini yaptık yarın Allah’ın huzuruna çıktığımızda halimiz nice olacak?
Sonra şöyle devam etti:
-Sizler şahit olun. Şuanda bu çocuk benim kötü yoldan dönmeme sebep oldu.Şimdiye kadar yaptığım bütün günahlarım için pişman olup tövbe ediyorum. Bundan sonra iyi bir insan olup, Rabbim’in sevmediği işleri yapmayacağım.
Reislerine çok bağlı olan haydutlar hep bir ağızdan;
-Reisimiz, biz senden ayrılmayız.Sen hangi yolda yürürsen biz de o yolda yürürüz diyerek hepsi birden pişman olup tövbe ettiler.
Kervandaki insanlardan ne aldılarsa hepsini geri verdiler ve bir daha haydutluk yapmayacaklarına söz verdiler.
Seyyid Abdulkadir ise yoluna devam ederek Bağdat’a ulaştı. Orada ilim tahsiliyle meşgul oldu. Kısa bir zaman içinde çok ünlü bir alim oldu. Binlerce insanın
Kötülüklerden vazgeçip iyi birer insan olmalarına vesile oldu
NASRETTİN HOCA
Bir
gün nasrettin hocanın kazana ihtiyacı olmuş.
Nasrettin hoca komşusundan kazanı almış ve işi
bitince geri getirmiş.Nasrettin hocaya kazan
yine lazım olmuş ve yine getirirken içine küçük
bir kazan koymuş.Sonra komşuya geri getirmiş.
Komşu küçük kazanı görünce hocaya: bu ne diye
sormuş.Nasrettin hoca demişki senin kazan
doğurdu.Sonra kazan "Nasrettin" hocaya bir
daha lazım olmuş.Hoca bir daha kazanı almış
ama geri getirmemiş.Komşu kazanı merak edip
"Nasrettin" hocanın evine gitmiş.Kazanı sormuş.
Nasrettin hoca demişki senin kazan öldü.
Komşu demişki inanmam.Nasrettin hoca demişki
sen kazanın doğurduğuna inanıyorsunda öldüğü-
ne niye öldüğüne inanmıyorsun demiş.
Nasrettin hoca komşusundan kazanı almış ve işi
bitince geri getirmiş.Nasrettin hocaya kazan
yine lazım olmuş ve yine getirirken içine küçük
bir kazan koymuş.Sonra komşuya geri getirmiş.
Komşu küçük kazanı görünce hocaya: bu ne diye
sormuş.Nasrettin hoca demişki senin kazan
doğurdu.Sonra kazan "Nasrettin" hocaya bir
daha lazım olmuş.Hoca bir daha kazanı almış
ama geri getirmemiş.Komşu kazanı merak edip
"Nasrettin" hocanın evine gitmiş.Kazanı sormuş.
Nasrettin hoca demişki senin kazan öldü.
Komşu demişki inanmam.Nasrettin hoca demişki
sen kazanın doğurduğuna inanıyorsunda öldüğü-
ne niye öldüğüne inanmıyorsun demiş.
HÜLYA ÖĞRETMEN
Kırm
ızı çoraplı küçük bir kız hatırlıyorum.Babasıyla el ele tutuşmuş okula gidiyor.Fakat ne çantası ne de okul önlüğü var bu küçük kızın.Ayrıntıları hafızamdan silinmiş bir etek ve etek altında uzun kırmızı çoraplar...Küçük kız okula kayıt olmaya gidiyor.O güne kadar görmediği ama herkesten işittiği okul...Acaba nasıl bir şeydi küçük kızın hayalinde.Babası,"okula gidince bir çok arkadaşın olacak"demişti.Okula gitmeden önce küçük kıza babası,üzerinde Atatürk resmi olan bir alfabe kitabı almıştı.Kalemleri,defterleri,kitapları vardı küçük kızın.Okul çantası,okul önlüğü hepsi hazırdı.Okul deyince küçük kızın hayalinde işte böyle bir resim çizilirdi.İsimleri Ayşe,Fatma,Ali,Ahmet olan arkadaşlar,üzerinde Atatürk resmi olan kitaplar,kenarları kırmızı kalemle çizilmiş defterler,rengarenk kalemler...Haftanın ilk günü,bir pazartesi sabahı okullar açıldı.Annesiyle beraber sınıfa girdi küçük kız.Hayalindeki resimde bir eksiklik vardı.Öğretmen...Ayakta duruyor,ellerini sınıf defterinin olduğu masaya dayamış yoklama yapıyordu.küçük kız onu da ekledi hayalindeki resme ve yoklama bitti.Anneler çocuklarını bırakıp gittiler.Öğretmen adını söyledi,adım "Hülya Can"dedi.O günden sonra küçük kızın en sevdiği isim"Hülya" oldu.En sevdiği oyun da öğretmencilik...Bir gün Hülya öğretmen,öğrencilerin defterlerine yazdıklarını kontrol ediyordu.Sıra küçük kıza geldiğinde "aferin,ne güzel yazıyorsun"demişti.O günden sonra küçük kız öğretmenini çok hem de çok sevdi.Hayalindeki öğretmen resminin çizgileri gittikçe daha belirgin,daha yumuşak ve ayrıntılıydı.Günler geçtikçe öğretmenin üzerine siyah bir kazak çizildi.Öğretmeni bu kazağı çok giyerdi.Küçük kız,Hülya öğretmenin saçlarını,yüzünü,bakışlarını,ille de o sevimli yanaklarını-gülerken elmacık kemikleri daha bir belirginleşir,sanki yüzünde güller açardı-Evet, illede o sevimli yanaklarını tüm ayrıntılarıyla çizdi.Onu çizerken çizgiler o kadar yumuşaktı ki...Tıpkı Hülya öğretmenin sıcacık,yumuşak elleri gibi...Küçük kız doyamıyordu öğretmenine.Onu o kadar çok seviyordu ki...Paydos zili çalar çalmaz kitaplarını çantasına yerleştirir,Hülya öğretmenin arkasından yetişmeye çalışırdı.Otobüs durağına kadar Hülya öğretmenle beraber yürümek,ayrılırken "iyi akşamlar" deyip el sallamak ne büyük zevk verirdi küçük kıza.ilk iki sene böyle geçti.Küçük kız artık 3. sınıf olmuştu.O yıl Hülya öğretmen hamileydi.Tıpkı annesi gibi o da bir bebek bekliyordu.Bir akşam,küçük kızın babası annesini hastahaneye götürdü.Küçük kızla kızkardeşi o gece babaannelerinde kaldılar.Ertesi gün babaanne küçük kızla kızkardeşine müjdeyi verdi.Bir erkek kardeşleri olmuş.O gün küçük kız okula gitti ancak öğretmeni sınıfta yoktu.O gün Hülya öğretmen okula hiç gelmedi.Küçük kız eve döndüğünde annesi ona öyle bir haber verdi ki küçük kız çok şaşırdı.Tesadüfün böylesi,meğer küçük kızın annesiyle Hülya öğretmen aynı hastahanede aynı gün doğum yapmışlar.Ertesi gün küçük kız, arkadaşlarına vereceği haberin sabırsızlığıyla okula gitti.Sınıfa girdiğinde arkadaşlarına,öğretmenlerinin bir kızı olduğunu bu yüzden okula gelemediğini söyledi.Hülya öğretmen kırk gün doğum izni almıştı.Küçük kız tam kırk gün Hülya öğretmenini göremeyecekti.O gün Hülya öğretmenin sınıfını üç,dört gruba ayırıp diğer sınıflara dağıttılar.Küçük kız şimdi hem arkadaşlarından hem de Hülya öğretmeninden ayrıydı.Alışamadı yeni sınıfına,sevemedi yeni öğretmenini,yeni arkadaşlarını.Küçük kız artık güzel yazı yazamıyordu.Derste parmak kaldırmıyor,sorulara cevap veremiyordu.Okulu artık sevmiyordu.Her sabah ya başı,ya karnı ağrıyor okula gitmek istemiyordu.Küçük kız geçen her günün hesabını tuttu.Kırk gün sonra öğretmeni gelecek o yumuşacık,sıcak elleriyle küçük kızın çenesini okşayacak,yine ona "aferin"diyecekti.Neyseki günler geçti.Kırk gün dolmak üzereyken bir öğretmen sınıfa girdi ve"Hülya öğretmen bundan sonra 4.sınıfları okutacakmış"dedi.Küçük kız kulaklarına inanamadı.Belki de hayatının ilk acı hayal kırıklığıydı.Dersin sonuna kadar zor tuttu kendini.Zil çalar çalmaz hıçkırıklara boğuldu.Okuldan eve ağlayarak geldi.Annesine olanları anlattı.Annesi Hülya öğretmenine telefon açıp kararının sebebini sordu.Hülya öğretmen ne söyledi,küçük kızla ne konuştu...Hepsi hafızamdan silinmiş hatırlamıyorum.O günkü telefon görüşmesinden sonra küçük kız,bir okul dönüşü Hülya öğretmenle karşılaştı.Hülya öğretmen küçük kızı görünce çok sevindi.ona sarıldı,yanaklarından öptü.Küçük kızın yanaklarında ruj izleri kalmıştı.Hülya öğretmen "bak yanaklarına kelebekler konmuş"dedi.Yine mutluydu,yine sevinçten uçuyordu küçük kız,yanaklarındaki kelebeklere eşlik edercesine...Küçük kız ertesi gün eski sınıfına girdi.Okulun ilk günü çizdiği resim yeniden canlandı.Hülya öğretmen yazı tahtasının önünde duruyor,küçük kıza gülümsüyordu.Ve arkadaşları,isimleri Ayşe,Fatma,Ali,Ahmet olan arkadaşları,onlar da o gün oradaydılar.Şimdi küçük kız büyüdü.Bir zamanlar babasıyla el ele yarı ürkek,yarı heyecanlı girdiği okul kapısından bu yılın sonunda ayrılıyor.Yeni bir resim çizecek küçük kız.Elleri öğretmen masasının üzerinde,gözleri yoklama listesinde.Kendini çizecek küçük kız.İsimleri Ayşe,Fatma,Ali,Ahmet olan öğrencileri-kimbilir bunların içinde okulun o ilk gününü resimleştiren kırmızı çoraplı küçük bir kız olacak.Yine resimde bir şey eksik olacak.Kimse dolduramayacak onun yerini.Küçük kızı okutan,adı Hülya olan öğretmenler de...O kürsü hep boş kalacak.Küçük kız elini yanaklarında gezdirecek,kelebeklerin uçtuğunu farkedecek.Bir okul dönüşü Hülya öğretmeni bekleyecek,kimbilir belki karşılaşırız ümidiyle...
KARAGÖZ İLE HACİVAT
Karagöz: “ Sence nasıl bir iş tutayım Hacivat. Ama tutacağım iş de az emek harcayıp çok para kazanayım. “
Hacivat: “ Öyle iş olmaz Karagözüm. Ne demek az emek çok yemek. Az emek az yemek. “
Karagöz: “ Sen de amma yaptın be Hacıcavcav. Bana az yemek vere vere açlığa mı alıştıracaksın. Biraz insaflı olsan da tabağımı dolmayla doldursan. Pek severim dolmanın yanına köfteyi, ondan sonra pilavı ve şamtatlıyı. “
Hacivat: “ Bu kadar yeter mi Karagözüm? İstersen nohuttan, musakkadan, makarnadan ve cacıktan da alsan.”
Karagöz: “ Onları sen ye Hacıcavcav. Benim istediklerimden ikişer porsiyon olsaydı, o yemeklerden birazı sabaha kalsaydı, ne güzel olurdu. “
Hacivat: “ Tamam Karagözüm, bu istediklerin olur olmasına da, çok çalışırsan, çok kazanırsan, bu yemeklerden yersin. “
Karagöz: “ Ahh. Ah. Keşke kayığı iyi bağlasaydık ve altınlar kaybolmasaydı. Altınları bozdurur bozdurur harcar, yer içerdik. Keyifli bir hayat sürerdik. “
BARBİE
barbie sabah erkenden uyanmış.annesi ve babası uyuyormuş. aklına bir fikir gelmiş.hemen arkadaşlarını aramış ve evlerinin önündeki kırlara davet etmiş.hemen yiyecek içecek hazırlamış.anne ve babasının cüzdanlarından kredi kartlarını ve paralarını almış.arkadaşlarına orda beklemelerini söylemiş. barbie dedesinin evine giderek gizlice camdan içeri girmiş. daha sonra dedesinin silahını gizlice almış ve gitmiş. bakkaldan bir kaç şeyi gizlice çaldıktan sonra arkadaşlarının yanına gitmiş. arkadaşları silahın nerden çıktığını sormuş.barbie'de size ne aptallar demiş ve onları öldürmüş. kanlarını bi poşete koymuş, bakkala vişne suyu diye satmış. arkadaşlarının paralarını alıp o paraların hepsiyle içki ve sigara almış. daha sonra bankaya gidip herkesi öldürüp paraları almış.parktaki çocukları oldürdükten sonra kırlara gidip müzik açıp parti yapmış.ordaki parti çirkin olduğu için disco (disko)ya gitmiş.sonra polisler yakalamış. polisler vampirmiş. barbie'yi yemişler.
22 Ağustos 2011 Pazartesi
KİBRİTÇİ KIZ
Bir yılbaşı gecesiyd
i. Dondurucu, kavurucu bir soğuk vardı. Yoldan geçenler paltolarının yakasını kaldırmışlar, atkılarına bürünmüşler, hızlı hızlı yürüyorlardı. Kimi evine geç kalmış, acele ediyor, kimi bir eğlence yerine gidiyordu.
Çocuklar koşuyorlar, birbirlerine kartopu atıyorlardı. Gecenin zevkini en çok onlar çıkarıyorlardı. Kahkahalarla gülüyorlar, sevinçle haykırıyorlardı.
Yalnız bir çocuk vardı ki gelip geçenler onun farkında değillerdi. Ufak bir kız çoçuğu. Başı açık, elbisesi yama içinde, yoksul bir kızcağız. Bir kapının önüne büzülmüş, çıplak ayaklarını altına almıştı. Soğuktan morarmış tir tir titriyordu. Üzerinde oturduğu taş basamakta buz gibiydi.
Yavrucağız da sanki donmuş, bir buz parçası kesilmişti.
Geniş bir mukavva kutunun içine sıralanmış kibrit kutularına bakarken gözleri yaşarıyordu.
Evet, bu bir kibritçi kızdı. O gün bir tek kutu kibrit bile satamamıştı. Satsa, bir kaç kuruş para kazansa, kalkıp evine gider, annesiyle birlikte hiç olmazsa bir kase sıcak çorba içerdi. Gidemiyordu, çünkü o gün hiç kibrit satamadığını annesine söylemekten çekiniyordu. Soğuktan, üzüntüsünden titreyen kısık,incecik sesiyle “Kibrit var, kibrit”diye bağırıyordu. Sokaktan geçenlerin hiçbiri başını çevirip bakmıyordu…
Ah hiç olmazsa ayaklarında terlikleri olsaydı! Biraz önce, sokak sokak dolaşırken, hızla geçen bir arabanın önünden kaçmış, kaçarken terlikleri ayağından fırlamıştı.
Karşı kaldırıma geçtikten sonra, dönüp bakmış hınzır bir çocuğun terlikleri kapıp kaçtığını görmüştü. Arkasından seslenmişti ama, çocuk alaylı alaylı seslenerek koşa koşa uzaklaşmıştı.
Kibritçi kız bunun üzerine bir kapının girintisine sığınmış, oracığa kıvrılıp oturmuştu.
Parmakları donmuş, sızlamaya başlamıştı. Kızcağız bu acıya dayanamadı, kutulardan birini açıp bir kibrit çıkardı. Parmakları uyuşmuştu, kibrit çöpünü elinde güçlükle tutuyordu. Eli titreye titreye çöpü duvara sürttü. Kibrit birden alev aldı; tatlı, yumuşacık, turuncu bir alev.
Zavallı kız, kibriti bir elinden öbür eline geçirerek, parmaklarını ısıttı. İçi de ısınmıştı. Sanki gürül gürül yanan bir ocağın karşısındaydı. Gözleri aleve dikilmiş, düşlere dalmıştı: Güzel bir odada, büyük bir ocağın karşısında oturuyordu. Arkasında kalın bir yünlü hırka, ayaklarında kürklü terlikler vardı.
Isınmış, terlemeye bile başlamıştı… Derken kibrit sönüverdi. Kibritin sönmesiyle, o tatlı düşlerde sona ermişti. Kızcağızın parmakları yeniden donmaya, sızlamaya başlamıştı.
Bir kibrit daha yaktı. Bu sırada soğuk bir rüzgar esti. Kız kibrit sönmesin diye, duvardan yana döndü. Öbür elini aleve siper etti. Aleve bakarken, karşısındaki duvar sanki eridi, birden açıldı, içerisi göründü. İçeride geniş bir oda vardı. Kar gibi bembeyaz örtü yayılmış bir masanın üzerine tabak tabak yiyecekler dizilmişti. Sofrada gümüş şamdanlar yanıyor, odayı gündüz gibi aydınlatıyordu. Kızcağız’ın gözleri sofranın ortasında, büyük bir tabağa konulmuş, nar gibi kıpkırmızı kaz kızartmasına dikilmişti. Ağzı sulandı. Elini oraya doğru uzattı. Kibrit yana yana sonuna gelmişti, parmağını yakıyordu. Kızcağız çöpü yere atıverdi. Atmasıyla birlikte, yılbaşı sofrası siliniverdi, gözlerinin önüne taş duvar yeniden dikildi.
Üçüncü kibrit daha fazla düşler yarattı:Bir yaz gecesi…Kibritçi Kız kırda bir ağacın altına oturmuş, yıldızlara bakıyor. Gece olduğu halde hava sıcak. Altındaki toprak, gündüz güneşten ısınmış, fırın gibi yanıyor… Küçük kız gözlerini yıldızlardan ayıramıyordu. Uzaktan uzağa gece kuşları ötüyor, kurbağalar bağrışıyordu.
Derken bir yıldız kaydı, gökyüzüne geniş bir yay çizerek uzaklaştı, söndü. Kızcağız: ‘işte, biri daha öldü’ diye mırıldandı. Bir gün, ninesi söylemişti: Her yıldız düştükçe yeryüzünden biri ölürmüş… Ninesini bir daha görebilmek için bir kibrit daha çaktı. Soğuktan kaskatı kesilmiş, beyni durmuştu. O şimdi sokak ortasında olduğunu unutmuş, düşler dünyasına dalmıştı. Kibritin alevinde yine ninesini görüyor, onun sesini işitir gibi oluyordu. İşte ninesi geliyordu. Lapa lapa yağan karların arasından bir melek gibi iniyordu… Geldi, geldi…Kollarını açtı, torununu kucakladı, aldı göklere doğru götürdü…
Ertesi sabah, yoldan geçenler, bir evin basamağında donmuş kalmış kızcağızın ölüsünü buldular. Yanı başında bir sürü boş kibrit kutusu vardı.
-Zavallı kız ısınmak için bütün kibritlerini yakmış dediler… Bu kibritlerin alevinde onun ne düşler gördüğünü bilemezlerdi ki.
Çocuklar koşuyorlar, birbirlerine kartopu atıyorlardı. Gecenin zevkini en çok onlar çıkarıyorlardı. Kahkahalarla gülüyorlar, sevinçle haykırıyorlardı.
Yalnız bir çocuk vardı ki gelip geçenler onun farkında değillerdi. Ufak bir kız çoçuğu. Başı açık, elbisesi yama içinde, yoksul bir kızcağız. Bir kapının önüne büzülmüş, çıplak ayaklarını altına almıştı. Soğuktan morarmış tir tir titriyordu. Üzerinde oturduğu taş basamakta buz gibiydi.
Yavrucağız da sanki donmuş, bir buz parçası kesilmişti.
Geniş bir mukavva kutunun içine sıralanmış kibrit kutularına bakarken gözleri yaşarıyordu.
Evet, bu bir kibritçi kızdı. O gün bir tek kutu kibrit bile satamamıştı. Satsa, bir kaç kuruş para kazansa, kalkıp evine gider, annesiyle birlikte hiç olmazsa bir kase sıcak çorba içerdi. Gidemiyordu, çünkü o gün hiç kibrit satamadığını annesine söylemekten çekiniyordu. Soğuktan, üzüntüsünden titreyen kısık,incecik sesiyle “Kibrit var, kibrit”diye bağırıyordu. Sokaktan geçenlerin hiçbiri başını çevirip bakmıyordu…
Ah hiç olmazsa ayaklarında terlikleri olsaydı! Biraz önce, sokak sokak dolaşırken, hızla geçen bir arabanın önünden kaçmış, kaçarken terlikleri ayağından fırlamıştı.
Karşı kaldırıma geçtikten sonra, dönüp bakmış hınzır bir çocuğun terlikleri kapıp kaçtığını görmüştü. Arkasından seslenmişti ama, çocuk alaylı alaylı seslenerek koşa koşa uzaklaşmıştı.
Kibritçi kız bunun üzerine bir kapının girintisine sığınmış, oracığa kıvrılıp oturmuştu.
Parmakları donmuş, sızlamaya başlamıştı. Kızcağız bu acıya dayanamadı, kutulardan birini açıp bir kibrit çıkardı. Parmakları uyuşmuştu, kibrit çöpünü elinde güçlükle tutuyordu. Eli titreye titreye çöpü duvara sürttü. Kibrit birden alev aldı; tatlı, yumuşacık, turuncu bir alev.
Zavallı kız, kibriti bir elinden öbür eline geçirerek, parmaklarını ısıttı. İçi de ısınmıştı. Sanki gürül gürül yanan bir ocağın karşısındaydı. Gözleri aleve dikilmiş, düşlere dalmıştı: Güzel bir odada, büyük bir ocağın karşısında oturuyordu. Arkasında kalın bir yünlü hırka, ayaklarında kürklü terlikler vardı.
Isınmış, terlemeye bile başlamıştı… Derken kibrit sönüverdi. Kibritin sönmesiyle, o tatlı düşlerde sona ermişti. Kızcağızın parmakları yeniden donmaya, sızlamaya başlamıştı.
Bir kibrit daha yaktı. Bu sırada soğuk bir rüzgar esti. Kız kibrit sönmesin diye, duvardan yana döndü. Öbür elini aleve siper etti. Aleve bakarken, karşısındaki duvar sanki eridi, birden açıldı, içerisi göründü. İçeride geniş bir oda vardı. Kar gibi bembeyaz örtü yayılmış bir masanın üzerine tabak tabak yiyecekler dizilmişti. Sofrada gümüş şamdanlar yanıyor, odayı gündüz gibi aydınlatıyordu. Kızcağız’ın gözleri sofranın ortasında, büyük bir tabağa konulmuş, nar gibi kıpkırmızı kaz kızartmasına dikilmişti. Ağzı sulandı. Elini oraya doğru uzattı. Kibrit yana yana sonuna gelmişti, parmağını yakıyordu. Kızcağız çöpü yere atıverdi. Atmasıyla birlikte, yılbaşı sofrası siliniverdi, gözlerinin önüne taş duvar yeniden dikildi.
Üçüncü kibrit daha fazla düşler yarattı:Bir yaz gecesi…Kibritçi Kız kırda bir ağacın altına oturmuş, yıldızlara bakıyor. Gece olduğu halde hava sıcak. Altındaki toprak, gündüz güneşten ısınmış, fırın gibi yanıyor… Küçük kız gözlerini yıldızlardan ayıramıyordu. Uzaktan uzağa gece kuşları ötüyor, kurbağalar bağrışıyordu.
Derken bir yıldız kaydı, gökyüzüne geniş bir yay çizerek uzaklaştı, söndü. Kızcağız: ‘işte, biri daha öldü’ diye mırıldandı. Bir gün, ninesi söylemişti: Her yıldız düştükçe yeryüzünden biri ölürmüş… Ninesini bir daha görebilmek için bir kibrit daha çaktı. Soğuktan kaskatı kesilmiş, beyni durmuştu. O şimdi sokak ortasında olduğunu unutmuş, düşler dünyasına dalmıştı. Kibritin alevinde yine ninesini görüyor, onun sesini işitir gibi oluyordu. İşte ninesi geliyordu. Lapa lapa yağan karların arasından bir melek gibi iniyordu… Geldi, geldi…Kollarını açtı, torununu kucakladı, aldı göklere doğru götürdü…
Ertesi sabah, yoldan geçenler, bir evin basamağında donmuş kalmış kızcağızın ölüsünü buldular. Yanı başında bir sürü boş kibrit kutusu vardı.
-Zavallı kız ısınmak için bütün kibritlerini yakmış dediler… Bu kibritlerin alevinde onun ne düşler gördüğünü bilemezlerdi ki.
ŞAMPİYON ÖRDEK
Bi
r gölün çevresinde binlerce ördek yaşıyordu. Bu ördekler çeşitli yarışmalar düzenlerler, centilmence mücadele ederler ve birinci gelenleri ödüllendirirlerdi. Son birkaç yıldır yapılan yarışmalarda birinciliği Gadro kazanıyordu.yüzme yarışı olsun, dalma olsun, güzel yürüme yarışması olsun Gadro hep önde, hep birinciydi. Gadro, arkadaşları oyun oynarken tek başına antrenman yapmış, hırsla kendini büyük bir şampiyon olacağım diyerek yetiştirmişti. Birinci olamamak diye bir şeyi düşünemezdi. Zaten her şeyden emin olmadan yarışmalara katılmamış ve girdiği ilk yarışmadan zaferle çıkmıştı.
Gadro, son günlerde arkadaşlarına yakında buralardan gideceğini söylemeye başladı. Zaten burada sıkışıp kalmıştı. Dünya bu kadar küçük değildi. Çekip gitmeli dünyaya Gadro’yu tanıtmalıydı. Gadro, bir gün ansızın çekip gitti. Hızlı adımlarla yürüyüp giderken, dönüp arkasına bakmadı. Gadro, gölden uzaklaştıkça kalbini kemirmeye başlayan huzursuzluğun gitgide büyümekte olduğunu fark etti. Ne zaman birkaç orman hayvanını bir arada görüp yanlarına gitmeye kalksa huzursuzluğu çoğalıyordu. Çünkü onlar Gadro’ya sıradan biriymiş gibi davranıyorlar, bazı konularda ileri sürdüğü fikirlere gülüp geçiyorlardı.
Gadro, bir süre sonra yürüyüşünün bile gülümsemelere neden olduğunu görünce canı iyiden iyiye sıkılmaya başladı. Bunlar da kimdi böyle? Kim oluyorlardı da onun çapında birine gülüyorlardı? O, koskoca bir şampiyondu. Göl kıyısında yaşayan binlerce ördek arasında adı bir ilah gibi anılıyordu. Ya bunları kim tanıyordu? Daha birbirlerini tanımak değil, kendi kendilerini bile tanımıyordu bunlar. Kendi adını unutmuş biri, Gadro’nun namını işitmiş olsa bile, şimdi hatırlamasına olanak var mıydı? Zavallıydı bunlar, hepsi zavallıydı.
Gadro, pek çok yeri gezip dolaştıktan tam beş yıl sonra göl kıyısına geri döndü. Artık eskisi gibi göl kıyısında dolaşmıyor, geceleri gölde yüzme, dalma antrenmanları yapıyor, gündüzleri ise, gölü rahatça görebileceği bir tepeye çıkarak, gölde yüzen ördekleri seyrediyordu. Gadro, bir gün yine bu tepeye çıkmıştı. Biraz sonra kırk elli ördeğin göl kıyısına gelerek, bunlardan ayrılan beş ördeğin göle girip birbirleriyle yarıştıklarını gördü. Arada bir, tek tük alkış sesleri duyuluyordu. Herhalde antrenman yapıyorlar, diye düşündü, Gadro. Aradan biraz zaman geçtikten sonra yaşlı bir ördeğin gelmekte olduğunu gören Gadro, tanınmaması için giydiği şapkasını gözlerinin üstüne kadar indirdi. Yaşlı ördek, selam verdikten sonra, Gadro’nun yanına oturdu:
“ Yarışmalara bu yıl da ilgi pek az..” dedi. “ Baksana beş ördek yarışıyor, taş çatlasa elli ördek onları alkışlayıp gayrete getirmeye çalışıyor. “
Gadro şaşırmıştı:
“ Ne dediniz?..Bunlar yarışıyorlar mı şimdi?..Hayret, ben antrenman yaptıklarını sanmıştım!.”
Bunun üzerine yaşlı ördek:
“ Yarışıyorlar evlat, yarışıyorlar. “ dedi. “ Hem bu yarışma yılın en büyük yarışması. Büyük ödülü bu yarışı birinci bitirecek uzun mesafe yüzücüsü ördek kazanacak. Eskiden bu gölde ne yarışmalar yapılırdı. Bu tepe, şu yandaki tepeler, şu gerideki tepeler, tıklım tıklım dolardı. Her yarışmaya yüzlerce ördek katılırdı. Yarışmalar, büyük bir çekişme içinde günlerce devam ederdi. Son gün yapılan final yarışmalarıyla birinciler belli olur, alkışlar arasında ödüllerini alırlardı. Ne zaman ki, O, buralardan gitti, yarışmalardaki tüm heyecan bitti. Böyle giderse birkaç yıla kalmaz, yarışacak sporcu bulunmaz. Seyirci olmayınca yarışacak sporcu bulmak zor oluyor, evlat. “
Gadro, tanımasın diye yaşlı ördeğin yüzüne bakmıyordu. Yaşlı ördek sözlerini tamamlayınca, Gadro, tanınma korkusunu unutarak başını çevirirken şöyle konuştu:
“ O gittikten sonra yarışmalardaki tüm heyecan bitti dediniz. O dediğiniz kimdi ki? “
“ Bana bu soruyu sormakta yerden göğe kadar hakkın var, evlat. “dedi yaşlı ördek.“ Zaten sen sormasan da, ben onun adını söyleyecektim. Senin yabancı olduğun, çok uzaklardan buralara geldiğin belli. Yoksa kimden söz ettiğimi anlardın. O, dediğim Gadro’ydu, evlat. Gadro, büyük bir şampiyondu.İlk girdiği yarışmadan son girdiği yarışa kadar hep birinci oldu.Herkes, Gadro’yu seyretmeye gelirdi. Binlerce seyircinin yaptığı tezahürat korkunç olurdu. O yarışırken dağ-taş ( Gadro…Gadro…) diye inlerdi.Gadro gideli beş yıl oldu ama, onu bir türlü unutamadık. Aradan bunca zaman geçmesine karşın birkaçımız nerede bir araya gelsek hemen Gadro’dan bahsetmeye başlarız. Gadro başkaydı canım, Gadro bambaşkaydı. “
Yaşlı ördek sözlerini tamamlarken Gadro duygulanmış ve göz pınarlarında biriken yaşları silmek için şapkasını biraz yukarıya kaldırmıştı. Kendisini yarışırken ve göl çevresinde gezerken pek çok defa gören yaşlı ördek karşısındakinin kim olduğunu anlamıştı. Bu, büyük şampiyon Gadro’ydu. İnanılır gibi değildi. Demek Gadro yıllar sonra geri dönmüştü. İlk anlarda inkar etmesine, Gadro olmadığını söylemesine karşın, yaşlı ördeğin uzun süren ısrarlarına dayanamayan Gadro, sonunda geri döndüğünün herkes tarafından bilinmesine razı oldu.
Ertesi gün gölde binlerce ördek toplanmıştı.Hepsi, büyük bir sabırsızlıkla Gadro’yu bekliyordu. Gadro, onları fazla bekletmedi, geldi, göle girdi, yanında yaşlı ördek olduğu halde, ördeklerle tanıştı, hal hatır sordu, iltifatlar etti, onlarla kısa süren konuşmalar yaptı, gönüllerini aldı. Daha sonra düzenlenen yarışmaya kadar Gadro, genç ördeklere gölde antrenman yaptırdı. Onların iyi birer yarışmacı olmaları için sonsuz gayret gösterdi. Düzenlenen her yarışmaya Gadro da katılıyordu. Eskiden olduğu gibi, yine her yarışmaya yüzlerce ördek katılıyor, yine yarışmaları binlerce ördek seyrediyor, yine dağ-taş ( Gadro…Gadro... diye inliyordu. Gadro yarışmalarda birincilikler alıyordu fakat bazı final yarışmalarında Gadro’nun geçildiği görülüyordu ve bunu Gadro’nun yeni şampiyonlar ortaya çıkması için yaptığını herkes biliyordu.
Gadro, yirmi dört yaşına girmiş ve iyice yaşlanmıştı. Birkaç yıldır sadece kısa mesafeli yüzme yarışlarına katılıyordu. Son yarışında ilk metrelerde fenalık geçirmesine karşın, yarışı bırakmadı. En geride kalmıştı. Diğer ördekler yarışı tamamlayıp geriye dönüp baktıklarında Gadro’yu gördüler. Efsanevi şampiyon Gadro, ileri doğru yüzmeye çalıştıkça sırtüstü düşüyor, kendini kaybetmiş bir halde debelenip duruyordu. Yarışmacıların hepsinin üstünde Gadro’nun emeği vardı.O, gece gündüz demeden kendilerini bu yarışa hazırlamıştı. Hoca zor durumdaydı. Yardım etmeliydi. Yarışmacı ördekler, bir çırpıda Gadro’nun yanına gelip, onu kucakladılar. Yarı baygın durumdaki Gadro mırıldanıyordu.“Yarışı bitirmem lazım çocuklar, yarışı bitirmem lazım…” Gadro, binlerce ördeğin derin bir sessizlik içinde ayakta izlediği son yarışını diğer yarışmacıların kolları arasında bitirmeyi başardı.
Normalde bir ördeğin ortalama yaşam süresi yirmi beş yıldı. Fakat Gadro daha fazla yaşadı.
Gadro, son günlerde arkadaşlarına yakında buralardan gideceğini söylemeye başladı. Zaten burada sıkışıp kalmıştı. Dünya bu kadar küçük değildi. Çekip gitmeli dünyaya Gadro’yu tanıtmalıydı. Gadro, bir gün ansızın çekip gitti. Hızlı adımlarla yürüyüp giderken, dönüp arkasına bakmadı. Gadro, gölden uzaklaştıkça kalbini kemirmeye başlayan huzursuzluğun gitgide büyümekte olduğunu fark etti. Ne zaman birkaç orman hayvanını bir arada görüp yanlarına gitmeye kalksa huzursuzluğu çoğalıyordu. Çünkü onlar Gadro’ya sıradan biriymiş gibi davranıyorlar, bazı konularda ileri sürdüğü fikirlere gülüp geçiyorlardı.
Gadro, bir süre sonra yürüyüşünün bile gülümsemelere neden olduğunu görünce canı iyiden iyiye sıkılmaya başladı. Bunlar da kimdi böyle? Kim oluyorlardı da onun çapında birine gülüyorlardı? O, koskoca bir şampiyondu. Göl kıyısında yaşayan binlerce ördek arasında adı bir ilah gibi anılıyordu. Ya bunları kim tanıyordu? Daha birbirlerini tanımak değil, kendi kendilerini bile tanımıyordu bunlar. Kendi adını unutmuş biri, Gadro’nun namını işitmiş olsa bile, şimdi hatırlamasına olanak var mıydı? Zavallıydı bunlar, hepsi zavallıydı.
Gadro, pek çok yeri gezip dolaştıktan tam beş yıl sonra göl kıyısına geri döndü. Artık eskisi gibi göl kıyısında dolaşmıyor, geceleri gölde yüzme, dalma antrenmanları yapıyor, gündüzleri ise, gölü rahatça görebileceği bir tepeye çıkarak, gölde yüzen ördekleri seyrediyordu. Gadro, bir gün yine bu tepeye çıkmıştı. Biraz sonra kırk elli ördeğin göl kıyısına gelerek, bunlardan ayrılan beş ördeğin göle girip birbirleriyle yarıştıklarını gördü. Arada bir, tek tük alkış sesleri duyuluyordu. Herhalde antrenman yapıyorlar, diye düşündü, Gadro. Aradan biraz zaman geçtikten sonra yaşlı bir ördeğin gelmekte olduğunu gören Gadro, tanınmaması için giydiği şapkasını gözlerinin üstüne kadar indirdi. Yaşlı ördek, selam verdikten sonra, Gadro’nun yanına oturdu:
“ Yarışmalara bu yıl da ilgi pek az..” dedi. “ Baksana beş ördek yarışıyor, taş çatlasa elli ördek onları alkışlayıp gayrete getirmeye çalışıyor. “
Gadro şaşırmıştı:
“ Ne dediniz?..Bunlar yarışıyorlar mı şimdi?..Hayret, ben antrenman yaptıklarını sanmıştım!.”
Bunun üzerine yaşlı ördek:
“ Yarışıyorlar evlat, yarışıyorlar. “ dedi. “ Hem bu yarışma yılın en büyük yarışması. Büyük ödülü bu yarışı birinci bitirecek uzun mesafe yüzücüsü ördek kazanacak. Eskiden bu gölde ne yarışmalar yapılırdı. Bu tepe, şu yandaki tepeler, şu gerideki tepeler, tıklım tıklım dolardı. Her yarışmaya yüzlerce ördek katılırdı. Yarışmalar, büyük bir çekişme içinde günlerce devam ederdi. Son gün yapılan final yarışmalarıyla birinciler belli olur, alkışlar arasında ödüllerini alırlardı. Ne zaman ki, O, buralardan gitti, yarışmalardaki tüm heyecan bitti. Böyle giderse birkaç yıla kalmaz, yarışacak sporcu bulunmaz. Seyirci olmayınca yarışacak sporcu bulmak zor oluyor, evlat. “
Gadro, tanımasın diye yaşlı ördeğin yüzüne bakmıyordu. Yaşlı ördek sözlerini tamamlayınca, Gadro, tanınma korkusunu unutarak başını çevirirken şöyle konuştu:
“ O gittikten sonra yarışmalardaki tüm heyecan bitti dediniz. O dediğiniz kimdi ki? “
“ Bana bu soruyu sormakta yerden göğe kadar hakkın var, evlat. “dedi yaşlı ördek.“ Zaten sen sormasan da, ben onun adını söyleyecektim. Senin yabancı olduğun, çok uzaklardan buralara geldiğin belli. Yoksa kimden söz ettiğimi anlardın. O, dediğim Gadro’ydu, evlat. Gadro, büyük bir şampiyondu.İlk girdiği yarışmadan son girdiği yarışa kadar hep birinci oldu.Herkes, Gadro’yu seyretmeye gelirdi. Binlerce seyircinin yaptığı tezahürat korkunç olurdu. O yarışırken dağ-taş ( Gadro…Gadro…) diye inlerdi.Gadro gideli beş yıl oldu ama, onu bir türlü unutamadık. Aradan bunca zaman geçmesine karşın birkaçımız nerede bir araya gelsek hemen Gadro’dan bahsetmeye başlarız. Gadro başkaydı canım, Gadro bambaşkaydı. “
Yaşlı ördek sözlerini tamamlarken Gadro duygulanmış ve göz pınarlarında biriken yaşları silmek için şapkasını biraz yukarıya kaldırmıştı. Kendisini yarışırken ve göl çevresinde gezerken pek çok defa gören yaşlı ördek karşısındakinin kim olduğunu anlamıştı. Bu, büyük şampiyon Gadro’ydu. İnanılır gibi değildi. Demek Gadro yıllar sonra geri dönmüştü. İlk anlarda inkar etmesine, Gadro olmadığını söylemesine karşın, yaşlı ördeğin uzun süren ısrarlarına dayanamayan Gadro, sonunda geri döndüğünün herkes tarafından bilinmesine razı oldu.
Ertesi gün gölde binlerce ördek toplanmıştı.Hepsi, büyük bir sabırsızlıkla Gadro’yu bekliyordu. Gadro, onları fazla bekletmedi, geldi, göle girdi, yanında yaşlı ördek olduğu halde, ördeklerle tanıştı, hal hatır sordu, iltifatlar etti, onlarla kısa süren konuşmalar yaptı, gönüllerini aldı. Daha sonra düzenlenen yarışmaya kadar Gadro, genç ördeklere gölde antrenman yaptırdı. Onların iyi birer yarışmacı olmaları için sonsuz gayret gösterdi. Düzenlenen her yarışmaya Gadro da katılıyordu. Eskiden olduğu gibi, yine her yarışmaya yüzlerce ördek katılıyor, yine yarışmaları binlerce ördek seyrediyor, yine dağ-taş ( Gadro…Gadro... diye inliyordu. Gadro yarışmalarda birincilikler alıyordu fakat bazı final yarışmalarında Gadro’nun geçildiği görülüyordu ve bunu Gadro’nun yeni şampiyonlar ortaya çıkması için yaptığını herkes biliyordu.
Gadro, yirmi dört yaşına girmiş ve iyice yaşlanmıştı. Birkaç yıldır sadece kısa mesafeli yüzme yarışlarına katılıyordu. Son yarışında ilk metrelerde fenalık geçirmesine karşın, yarışı bırakmadı. En geride kalmıştı. Diğer ördekler yarışı tamamlayıp geriye dönüp baktıklarında Gadro’yu gördüler. Efsanevi şampiyon Gadro, ileri doğru yüzmeye çalıştıkça sırtüstü düşüyor, kendini kaybetmiş bir halde debelenip duruyordu. Yarışmacıların hepsinin üstünde Gadro’nun emeği vardı.O, gece gündüz demeden kendilerini bu yarışa hazırlamıştı. Hoca zor durumdaydı. Yardım etmeliydi. Yarışmacı ördekler, bir çırpıda Gadro’nun yanına gelip, onu kucakladılar. Yarı baygın durumdaki Gadro mırıldanıyordu.“Yarışı bitirmem lazım çocuklar, yarışı bitirmem lazım…” Gadro, binlerce ördeğin derin bir sessizlik içinde ayakta izlediği son yarışını diğer yarışmacıların kolları arasında bitirmeyi başardı.
Normalde bir ördeğin ortalama yaşam süresi yirmi beş yıldı. Fakat Gadro daha fazla yaşadı.
RAPUNZEL
B
ir zamanlar bir kadınla kocasının çocukları yokmuş ve çocuk sahibi olmayı çok istiyorlarmış. Gel zaman git zaman kadın sonunda bir bebek beklediğini fark etmiş.
Bir gün pncereden komşu evin bahçesindeki güzel çiçekleri ve sebzeleri seyrederken, kadının gözleri sıra sıra ekilmiş özel bir tür marula takılmış. O anda sanki büyülenmiş ve o marullardan başka şey düşünemez olmuş.
“Ya bu marullardan yerim ya da ölürüm” demiş kendi kendine. Yemeden içmeden kesilmiş, zayıfladıkça zayıflamış.
Sonunda kocası kadının bu durumundan öylesine endişelenmiş, öylesine endişelenmiş ki, tüm cesaretini toplayıp yandaki evin bahçe duvarına tırmanmış, bahçeye girmiş ve bir avuç marul yaprağı toplamış. Ancak, o bahçeye girmek büyük cesaret istiyormuş, çünkü orası güçlü bir cadıya aitmiş.
Kadın kocasının getirdiği marulları afiyetle yemiş ama bir avuç yaprak ona yetmemiş. Kocası ertesi günün akşamı çaresiz tekrar bahçeye girmiş. Fakat bu sefer cadı pusuya yatmış, onu bekliyormuş.
“Bahçeme girip benim marullarımı çalmaya nasıl cesaret edersin sen!” diye ciyaklamış cadı. “Bunun hesabını vereceksin!”
Kadının kocası kendisini affetmesi için yarvarmış cadıya. Karısının bahçedeki marulları nasıl canının çektiğini, onlar yüzünden nasıl yemeden içmeden kesildiğini bir bir anlatmış.
“O zaman,” demiş cadı sesini biraz daha alçaltarak, “alabilirsin, canı ne kadar çekiyorsa alabilirsin. Ama bir şartım var, bebeğiniz doğar doğmaz onu bana vereceksiniz.” Kadının kocası cadının korkusundan bu şartı hemen kabul etmiş.
Birkaç haftasonra bebek doğmuş. Daha hemen o gün cadı gelip yeni doğan bebeği almış. Bebeğe Rapunzel adını vermiş. Çünkü annesinin ne yapıp edip yemek istediği bahçedeki marul türünün adı da Rapunzel’miş.
Cadı küçük kıza çok iyi bakmış. Rapunzel oniki yaşına gelince, dünyalar güzeli bir çocuk olmuş. Cadı bir ormanın göbeğinde, yüksek bir kuleye yerleştirmiş onu. Bu kulenin hiç merdiveni yokmuş, sadece en tepesinde küçük bir penceresi varmış.
Cadı onu ziyarete geldiğinde, aşağıdan “Rapunzel, Rapunzel! Uzat altın sarısı saçlarını !” diye seslenirmiş. Rapunzel uzun örgülü saçlarını percereden uzatır, cadı da onun saçlarına tutuna tutuna yukarı tırmanırmış.
Bu yıllarca böyle sürüp gitmiş. Bir gün bir kralın oğlu avlanmak için ormana girmiş. Daha çok uzaktayken güzel sesli birinin söylediği şarkıyı duymuş. Ormanda atını oradan oraya sürmüş ve kuleye varmış sonunda. Fakat sağa bakmış, sola bakmış, ne merdiven görmüş ne de yukarıya çıkılacak başka bir şey.
Bu güzel sesin büyüsüne kapılan Prens, cadının kuleye nasıl çıktığını görüp öğrenene kadar hergün oraya uğrar olmuş. Ertesi gün hava kararırken, alçak bir sesle “Rapunzel, Rapunzel! Uzat altın sarısı saçlarını !” diye seslenirmiş. Sonrada kızın saçlarına tutunup bir çırpıda yukarı tırmanmış.
Rapunzelönce biraz korkmuş, çünkü o güne kadar cadıdan başkası gelmemiş ziyaretine. Fakat prens onu şarkı söylerken dinlediğini, sesine aşık olduğunu anlatınca korkusu yatışmış. Prens Rapunzel’e evlenme teklif etmiş, Rapunzel’de kabul etmiş, yüzü hafifce kızararak.
Ama Rapunzel’in bu yüksek kuleden kaçmasına imkan yokmuş. Akıllı kızın parlak bir fikri varmış. Prens her gelişinde yanında bir ipek çilesi getirirse, Rapunzel’de bunları birbirine ekleyerek bir merdiven yapabilirmiş.
Her şey yolunda gitmiş ve cadı olanları hiç farketmemiş. Fakat bir gün Rapunzel boş bulunup da. “Anne, Prens neden senden daha hızlı tırmanıyor saçlarıma?” diye sorunca herşey ortaya çıkmış.
“Seni rezil kız! Beni nasıl da aldattın! Ben seni dünyanın kötülüklerinden korumaya çalışıyordum!” diye bağırmaya başlamış cadı öfkeyle. Rapunzel’i tuttuğu gibi saçlarını kesmiş ve sonrada onu çok uzaklara bir çöle göndermiş.
O gece cadı kalede kalıp Prensi beklemiş. Prens, “Rapunzel, Rapunzel! Uzat altın sarısı saçlarını !” diye seslenince. cadı Rapunzel’den kestiği saç örgüsünü uzatmış aşağıya. Prens başına neler geleceğini bilmeden yukarıya tırmanmış.
Prens kederinden kendini pencereden atmış. Fakat yere düşünce ölmemiş, yalnız kulenin dibindeki dikenler gözlerine batmış. Yıllarca gözleri kör bir halde yitirdiği Rapunzel’e gözyaşları dökerek ormanda dolaşıp durmuş ve sadece bitki kökü ve yabani yemiş yiyerek yaşamış.
Derken bir gün Rapunzel’in yaşadığı çöle varmış. Uzaklardan şarkı söyleyen tatlı bir ses gelmiş kulaklarına.
“Rapunzel! Rapunzel!” diye seslenmiş. Rapunzel, prensini görünce sevinçten bir çığlık atmış ve Rapunzel’in iki damla mutluluk göz yaşı Prensin gözlerine akmış. Birden bir mucize olmuş, Prensin gözleri açılmış ve Prens görmeye başlamış.
Birlikte mutlu bir şekilde Prensin ülkesine gitmişler. Orada halk onları sevinçle karşılamış. Mutlulukları ömür boyu hiç bozulmamış.
Bir gün pncereden komşu evin bahçesindeki güzel çiçekleri ve sebzeleri seyrederken, kadının gözleri sıra sıra ekilmiş özel bir tür marula takılmış. O anda sanki büyülenmiş ve o marullardan başka şey düşünemez olmuş.
“Ya bu marullardan yerim ya da ölürüm” demiş kendi kendine. Yemeden içmeden kesilmiş, zayıfladıkça zayıflamış.
Sonunda kocası kadının bu durumundan öylesine endişelenmiş, öylesine endişelenmiş ki, tüm cesaretini toplayıp yandaki evin bahçe duvarına tırmanmış, bahçeye girmiş ve bir avuç marul yaprağı toplamış. Ancak, o bahçeye girmek büyük cesaret istiyormuş, çünkü orası güçlü bir cadıya aitmiş.
Kadın kocasının getirdiği marulları afiyetle yemiş ama bir avuç yaprak ona yetmemiş. Kocası ertesi günün akşamı çaresiz tekrar bahçeye girmiş. Fakat bu sefer cadı pusuya yatmış, onu bekliyormuş.
“Bahçeme girip benim marullarımı çalmaya nasıl cesaret edersin sen!” diye ciyaklamış cadı. “Bunun hesabını vereceksin!”
Kadının kocası kendisini affetmesi için yarvarmış cadıya. Karısının bahçedeki marulları nasıl canının çektiğini, onlar yüzünden nasıl yemeden içmeden kesildiğini bir bir anlatmış.
“O zaman,” demiş cadı sesini biraz daha alçaltarak, “alabilirsin, canı ne kadar çekiyorsa alabilirsin. Ama bir şartım var, bebeğiniz doğar doğmaz onu bana vereceksiniz.” Kadının kocası cadının korkusundan bu şartı hemen kabul etmiş.
Birkaç haftasonra bebek doğmuş. Daha hemen o gün cadı gelip yeni doğan bebeği almış. Bebeğe Rapunzel adını vermiş. Çünkü annesinin ne yapıp edip yemek istediği bahçedeki marul türünün adı da Rapunzel’miş.
Cadı küçük kıza çok iyi bakmış. Rapunzel oniki yaşına gelince, dünyalar güzeli bir çocuk olmuş. Cadı bir ormanın göbeğinde, yüksek bir kuleye yerleştirmiş onu. Bu kulenin hiç merdiveni yokmuş, sadece en tepesinde küçük bir penceresi varmış.
Cadı onu ziyarete geldiğinde, aşağıdan “Rapunzel, Rapunzel! Uzat altın sarısı saçlarını !” diye seslenirmiş. Rapunzel uzun örgülü saçlarını percereden uzatır, cadı da onun saçlarına tutuna tutuna yukarı tırmanırmış.
Bu yıllarca böyle sürüp gitmiş. Bir gün bir kralın oğlu avlanmak için ormana girmiş. Daha çok uzaktayken güzel sesli birinin söylediği şarkıyı duymuş. Ormanda atını oradan oraya sürmüş ve kuleye varmış sonunda. Fakat sağa bakmış, sola bakmış, ne merdiven görmüş ne de yukarıya çıkılacak başka bir şey.
Bu güzel sesin büyüsüne kapılan Prens, cadının kuleye nasıl çıktığını görüp öğrenene kadar hergün oraya uğrar olmuş. Ertesi gün hava kararırken, alçak bir sesle “Rapunzel, Rapunzel! Uzat altın sarısı saçlarını !” diye seslenirmiş. Sonrada kızın saçlarına tutunup bir çırpıda yukarı tırmanmış.
Rapunzelönce biraz korkmuş, çünkü o güne kadar cadıdan başkası gelmemiş ziyaretine. Fakat prens onu şarkı söylerken dinlediğini, sesine aşık olduğunu anlatınca korkusu yatışmış. Prens Rapunzel’e evlenme teklif etmiş, Rapunzel’de kabul etmiş, yüzü hafifce kızararak.
Ama Rapunzel’in bu yüksek kuleden kaçmasına imkan yokmuş. Akıllı kızın parlak bir fikri varmış. Prens her gelişinde yanında bir ipek çilesi getirirse, Rapunzel’de bunları birbirine ekleyerek bir merdiven yapabilirmiş.
Her şey yolunda gitmiş ve cadı olanları hiç farketmemiş. Fakat bir gün Rapunzel boş bulunup da. “Anne, Prens neden senden daha hızlı tırmanıyor saçlarıma?” diye sorunca herşey ortaya çıkmış.
“Seni rezil kız! Beni nasıl da aldattın! Ben seni dünyanın kötülüklerinden korumaya çalışıyordum!” diye bağırmaya başlamış cadı öfkeyle. Rapunzel’i tuttuğu gibi saçlarını kesmiş ve sonrada onu çok uzaklara bir çöle göndermiş.
O gece cadı kalede kalıp Prensi beklemiş. Prens, “Rapunzel, Rapunzel! Uzat altın sarısı saçlarını !” diye seslenince. cadı Rapunzel’den kestiği saç örgüsünü uzatmış aşağıya. Prens başına neler geleceğini bilmeden yukarıya tırmanmış.
Prens kederinden kendini pencereden atmış. Fakat yere düşünce ölmemiş, yalnız kulenin dibindeki dikenler gözlerine batmış. Yıllarca gözleri kör bir halde yitirdiği Rapunzel’e gözyaşları dökerek ormanda dolaşıp durmuş ve sadece bitki kökü ve yabani yemiş yiyerek yaşamış.
Derken bir gün Rapunzel’in yaşadığı çöle varmış. Uzaklardan şarkı söyleyen tatlı bir ses gelmiş kulaklarına.
“Rapunzel! Rapunzel!” diye seslenmiş. Rapunzel, prensini görünce sevinçten bir çığlık atmış ve Rapunzel’in iki damla mutluluk göz yaşı Prensin gözlerine akmış. Birden bir mucize olmuş, Prensin gözleri açılmış ve Prens görmeye başlamış.
Birlikte mutlu bir şekilde Prensin ülkesine gitmişler. Orada halk onları sevinçle karşılamış. Mutlulukları ömür boyu hiç bozulmamış.
UYUYAN GÜZEL
Bundan yıllar önce uzak ülkelerin birinde bir kralla güzeller güzeli bir kraliçe yaşıyordu.Kocaman görkemli bir şatoda oturan kral ve kraliçeyi ülkenin halkı çok seviyordu. Özellikle güzel olduğu kadar iyi kalpli olan kraliçeye herkes hayrandı. Bu iyi yürekli kraliçenin hayattaki en büyük dileği bir çocuk sahibi olmaktı. Sonunda bu dileği gerçekleşti ve güzel bir ilkbahar sabahı harika bir kız çocuğu dünyaya getirdi. Genç kralla Kraliçenin mutluluğuna diyecek yoktu. Küçük prensesle doğumunu kutlamak için o güne kadar görülmemiş bir şenlik düzenlendi. Bu şenliğe o ülkedeki bütün insanlar ve periler davet edilmişti.
Şenlikler şatonun büyük salonlarında kutlanıyordu. Her taraf o günün şerefine süslenmişti. Bütün davetlerin dikkati, yatağında uslu uslu yatan
minik prensesin üzerindeydi. Melek yüzlü iyilik perileri beşiğin çevresinde toplanmıştı. Her biri sırayla bebeğe iyi dileklerde bulundular.
Kimi ona güzellik, kimi akıl, kimi de cömertlik armağan etti. Fakat büyük bir talihsizlik olmuş ve yaşlı bir periyi şenliğe davet etmeyi unutmuşlardı. Bütün konuklar neşe içinde eğlenirken yaşlı peri birden ortaya çıkıverdi. Şenliğe davet edilmediği için çok kızmıştı. Öfkeyle
küçük prensesin beşiğine yaklaşarak "Onaltı yaşına geldiğinde parmağına bir iğ batacak ve öleceksin" dedi Oradaki herkes şaşkınlıktan donakalmıştı. İşte tam bu sırada henüz dilekte bulunmayan perilerin en genci ileri atıldı. " Üzülmeyin, dedi yavrunuz ölmeyecek Küçük prenses yüz yıl sürecek derin bir uykuya dalacak ve bir prens gelip onu öptüğünde bu uzun uykudan uyanacak"
Kral ve Kraliçe genç periye teşekkür etti.Ama kral yinede bu kehanetin gerçekleşmesinden büyük kaygı duyuyordu. Hemen bütün muhafızlarına, ülkedeki iğlerin kaldırılmasını emretti. Bu emre uymayanların cezası ölüm olacaktı. Böylece aradan uzun yıllar geçti.
Mutlu bir hayat süren prenses hergün biraz daha büyüyüp güzelleşiyordu.
Onaltı yaşına geldiğinde bir gün şatoyu gezmeye karar verdi. Şato okadar büyüktü ki, bilmediği pek çok yeri vardı. O zamana kadar görmediği küçük bir odada yaşlı bir kadına rastladı. Kadın elindeki iğ ile iplik eğiriyordu. Bu iğ nasıl olduysa muhafızların gözünden kaçmıştı. Çok meraklanan prenses tanımadığı bu garip alete dokunmak istedi ve iği eline alır almaz eline battı . Kötü kehanet sonunda gerçekleşmişti.
Hemen uykuya dalan güzel prenses ipek örtüler içinde altından yapılmış bir yatağa yatırıldı. Prensesle birlikte bütün şato yüz yıl sürecek derin bir uykuya daldı. Kral Kraliçe muhafızlar, hizmetkarlar ve saray çalgıcıları da uyumuştu. Sadece onlarda değil... Sahibiyle birlikte avludaki köpek, ahırdaki koşulmuş at, hatta dallardaki kuşlar bile uyudu.
Her tarafa derin bir sessizlik çökmüş onları uyandırmamak için rüzgar bile susmuştu. Ağaçların yaprakları da kımıldamaz olmuştu. Bu arada uyuyan şatonun çevresinde sık bir orman göğe doğru yükselip onu bütün gözlerden gizledi. Bu arada aradan tam yüz yıl geçmişti.
Yine ilkbahar gelmiş bütün doğa uyanmıştı. günlerden bir gün genç ve cesur bir prensin ormana yolu düştü. Uyuyan güzel efsanesini duymuş ve onu bulmaya karar vermişti. Günlerce aradıktan sonra, önüne geçemediği bir duygu onu bu ormana çekmişti. Sonunda şatoyu buldu ve prensesin uyuduğu odaya girdi. Daha onu görür görmez yüreğini tarifsiz bir sevgi kapladı.
Prenses'e daha o anda aşık olmuştu. Genç kıza doğru eğildi ve onu hafifçe öptü. Güzel bir prenses sihirli bir değnekle dokunulmuş gibi hemen gözlerini açtı. Onunla birlikte şatodakilerde gözlerini açtı. Kötü kalpli perinin büyüsü artık bozulmuştu. İki genç kısa süre sonra görkemli bir düğünle evlendiler ve uzun yıllar birlikte mutlu bir hayat sürdüler.
Şenlikler şatonun büyük salonlarında kutlanıyordu. Her taraf o günün şerefine süslenmişti. Bütün davetlerin dikkati, yatağında uslu uslu yatan
minik prensesin üzerindeydi. Melek yüzlü iyilik perileri beşiğin çevresinde toplanmıştı. Her biri sırayla bebeğe iyi dileklerde bulundular.
Kimi ona güzellik, kimi akıl, kimi de cömertlik armağan etti. Fakat büyük bir talihsizlik olmuş ve yaşlı bir periyi şenliğe davet etmeyi unutmuşlardı. Bütün konuklar neşe içinde eğlenirken yaşlı peri birden ortaya çıkıverdi. Şenliğe davet edilmediği için çok kızmıştı. Öfkeyle
küçük prensesin beşiğine yaklaşarak "Onaltı yaşına geldiğinde parmağına bir iğ batacak ve öleceksin" dedi Oradaki herkes şaşkınlıktan donakalmıştı. İşte tam bu sırada henüz dilekte bulunmayan perilerin en genci ileri atıldı. " Üzülmeyin, dedi yavrunuz ölmeyecek Küçük prenses yüz yıl sürecek derin bir uykuya dalacak ve bir prens gelip onu öptüğünde bu uzun uykudan uyanacak"
Kral ve Kraliçe genç periye teşekkür etti.Ama kral yinede bu kehanetin gerçekleşmesinden büyük kaygı duyuyordu. Hemen bütün muhafızlarına, ülkedeki iğlerin kaldırılmasını emretti. Bu emre uymayanların cezası ölüm olacaktı. Böylece aradan uzun yıllar geçti.
Mutlu bir hayat süren prenses hergün biraz daha büyüyüp güzelleşiyordu.
Onaltı yaşına geldiğinde bir gün şatoyu gezmeye karar verdi. Şato okadar büyüktü ki, bilmediği pek çok yeri vardı. O zamana kadar görmediği küçük bir odada yaşlı bir kadına rastladı. Kadın elindeki iğ ile iplik eğiriyordu. Bu iğ nasıl olduysa muhafızların gözünden kaçmıştı. Çok meraklanan prenses tanımadığı bu garip alete dokunmak istedi ve iği eline alır almaz eline battı . Kötü kehanet sonunda gerçekleşmişti.
Hemen uykuya dalan güzel prenses ipek örtüler içinde altından yapılmış bir yatağa yatırıldı. Prensesle birlikte bütün şato yüz yıl sürecek derin bir uykuya daldı. Kral Kraliçe muhafızlar, hizmetkarlar ve saray çalgıcıları da uyumuştu. Sadece onlarda değil... Sahibiyle birlikte avludaki köpek, ahırdaki koşulmuş at, hatta dallardaki kuşlar bile uyudu.
Her tarafa derin bir sessizlik çökmüş onları uyandırmamak için rüzgar bile susmuştu. Ağaçların yaprakları da kımıldamaz olmuştu. Bu arada uyuyan şatonun çevresinde sık bir orman göğe doğru yükselip onu bütün gözlerden gizledi. Bu arada aradan tam yüz yıl geçmişti.
Yine ilkbahar gelmiş bütün doğa uyanmıştı. günlerden bir gün genç ve cesur bir prensin ormana yolu düştü. Uyuyan güzel efsanesini duymuş ve onu bulmaya karar vermişti. Günlerce aradıktan sonra, önüne geçemediği bir duygu onu bu ormana çekmişti. Sonunda şatoyu buldu ve prensesin uyuduğu odaya girdi. Daha onu görür görmez yüreğini tarifsiz bir sevgi kapladı.
Prenses'e daha o anda aşık olmuştu. Genç kıza doğru eğildi ve onu hafifçe öptü. Güzel bir prenses sihirli bir değnekle dokunulmuş gibi hemen gözlerini açtı. Onunla birlikte şatodakilerde gözlerini açtı. Kötü kalpli perinin büyüsü artık bozulmuştu. İki genç kısa süre sonra görkemli bir düğünle evlendiler ve uzun yıllar birlikte mutlu bir hayat sürdüler.
Kurbağa Prens
Bi
r zamanlar yedi güzel kızı olan bir kral varmış. Bu kızların en güzeli en küçük olanmış.Güzel günlerde sarayın yakınındaki serin gölün kıyısında altın topuyla oynamaya bayılırmış. Bir gün kız topunu havaya atmış ve beklenmedik bir şey olmuş. Top göle düşmüş! "Topum gitti!" diye ağlamış kız. "Ben senin topunu getiririm," demiş gölün kıyısındaki küçük bir kurbağa. "Ama benimle arkadaş olacağına, yemeğini paylaşacağına ve geceleri yatağına alacağına söz verirsen, " diye devam etmiş kurbağa. "Tamam " demiş kız. Ama kurbağa suya dalıp kızın topunu ona geri vermez koşarak saraya dönmüş.
Akşamleyin kral ve ailesi sofraya oturmuşlar. Tam yemeğe başlamak üzerelerken kapıdan bir vraklama sesi gelmiş. Küçük prenses duymazdan gelmeye çalışmış. Ama kral meraklanmış. " Kim o?" diye sormuş. Prenses bunun üzerine kurbağaya verdiği sözü babasına anlatmış. " Söz sözdür kızım," demiş babası. Böylece prensesin nefret dolu bakışlarına rağmen kurbağaya sofrada yer verilmiş.
Yemekten sonra kız tek başına yatağına yönelmiş. Kurbağa masadan, " ya ben ne olacağım? " diye vraklamış. Kral kızına, "Verilen sözlerle ilgili söylediklerimi unutma" demiş.Prenses kurbağayı yanına alıp odasına götürmüş ve bir köşeye bırakmış. " Yastığına gelmek isterim demiş," kurbağa. Prenses gözyaşları içinde kurbağayı yastığına bırakmış.
Tam o anda kurbağa yakışıklı bir prense dönüşmüş. "Korkma, " diye gülümsemiş. " Bir cadı beni kurbağa yapmıştı ve bu büyüyü ancak bir prenses bozabilirdi. Umarım arkadaş olabiliriz. Hem bak artık bir kurbağa değilim." Prens ve prenses çok geçmeden evlenmişler ve düğünlerinde tabii ki bazı yeşil dostlarını da davet etmeyi unutmuşlar.
Akşamleyin kral ve ailesi sofraya oturmuşlar. Tam yemeğe başlamak üzerelerken kapıdan bir vraklama sesi gelmiş. Küçük prenses duymazdan gelmeye çalışmış. Ama kral meraklanmış. " Kim o?" diye sormuş. Prenses bunun üzerine kurbağaya verdiği sözü babasına anlatmış. " Söz sözdür kızım," demiş babası. Böylece prensesin nefret dolu bakışlarına rağmen kurbağaya sofrada yer verilmiş.
Yemekten sonra kız tek başına yatağına yönelmiş. Kurbağa masadan, " ya ben ne olacağım? " diye vraklamış. Kral kızına, "Verilen sözlerle ilgili söylediklerimi unutma" demiş.Prenses kurbağayı yanına alıp odasına götürmüş ve bir köşeye bırakmış. " Yastığına gelmek isterim demiş," kurbağa. Prenses gözyaşları içinde kurbağayı yastığına bırakmış.
Tam o anda kurbağa yakışıklı bir prense dönüşmüş. "Korkma, " diye gülümsemiş. " Bir cadı beni kurbağa yapmıştı ve bu büyüyü ancak bir prenses bozabilirdi. Umarım arkadaş olabiliriz. Hem bak artık bir kurbağa değilim." Prens ve prenses çok geçmeden evlenmişler ve düğünlerinde tabii ki bazı yeşil dostlarını da davet etmeyi unutmuşlar.
Fatoşun Bebekleri
Fatoş, annesiyle birlikte alışverişe çıkmıştı. Oyuncak satan mağazanın yakınına geldiklerinde,
Fatoş: “ Anneciğim, sınıfımı geçince bana alacağın oyuncak bebeği görmek istiyorum “ dedi. “ Onu ne kadar sevdiğimi bilemezsin, anneciğim. O çok şirin, çok tatlı bir bebek. O bebek mutlaka benim olmalı. Sınıfımı geçince o bebeği bana alacaksın, değil mi anneciğim?..”
Bunun üzerine annesi:
“ Tabii kızım.“ dedi.“ Sen yeter ki, sınıfını geç. Karneni aldığın gün, o bebeği sana alacağım.”
Biraz sonra Fatoş’ la annesi mağazanın vitrini önünde durdular. Fatoş, ilk anda vitrindeki bebeği gördü. İşte oradaydı, hep aynı yerde.‘ Nasılsın Ülkü? ‘diyerek bebeğin hatırını sormak ihtiyacını hissetti düşüncesinde. ‘ İyi misin Ülkü?..Merak etme güzel bebek, pek yakında birbirimize kavuşacağız. Ben, seni çok seviyorum ve inanıyorum ki, sen de, beni çok seveceksin. Bu nasıl olacak diye sorma bana güzel bebek., çünkü, ben sana her zaman iyi davranacağım, seninle güzel güzel konuşacağım, sana tatlı sözler söyleyeceğim, senin kalbini hiç kırmayacağım. ‘ Annesinin “ Fatoş..” demesiyle düşüncelerinden sıyrıldı, Fatoş. “ Haydi kızım, gidelim artık. Sonra geç kalacağız ama. “
Fatoş:
“ Tamam anneciğim, özür dilerim “ dedi. “ Bir an daldım!..” Daha sonra Fatoş, annesinin elinden tutarak, yürüdü. Aradan günler geçti, ders yılı sonu geldi ve Fatoş karnesini alarak 3. sınıfa geçti. Aynı gün annesi Fatoş’ u oyuncak satan mağazaya götürdü ve bebeği satın alarak kızına verdi. Fatoş, bu güzel armağan için annesine teşekkür etmeyi unutmadı. Fatoş, bir süre evde bebeğiyle oynadıktan sonra, sokağa çıktı. Fatoş’ u gören Burcu, onun yanına gelerek, “ Fatoş, bu bebeği yeni mi aldınız? “ diye sordu.
Fatoş:
“ Evet Burcu..” dedi. “ Sınıfımı geçtiğim için, annem bana bu bebeği aldı. Ne kadar sevindim bilemezsin. Çok şirin bir bebek değil mi? Hem adını da ben koydum. Adı Ülkü…”
“ Adı da kendi gibi güzelmiş bebeğinin. “ dedi Burcu. “ Ülkü’ yü sevmeme izin verir misin? “
“ Tabii olur Burcu, al sev Ülkü’ yü “ dedi Fatoş ve bebeği arkadaşına verdi. Daha sonra Fatoş, sınıf arkadaşı olan Burcu’ ya, sınıfını geçti diye bir armağan alınıp alınmadığını sordu. Burcu da, nasıl bir armağan istemesi gerektiğine bir türlü karar veremediğini söyledi. Bunun üzerine Fatoş, Ülkü’ yü satın aldıkları mağazanın vitrininde çok güzel bir bebeğin daha olduğunu, yarın annesiyle gidip o bebeği görebileceğini, eğer beğenirse, bebeği satın alabileceklerini ve birlikte evcilik oynayabileceklerini anlattı. Fatoş’ un fikrini olumlu bulan Burcu, bu konuyu akşam yemeğinden sonra anne ve babasına açacağını söyledi.
Vakit gece yarısını geçeli biraz olmuştu ki, Fatoşun bebeği ayağa kalktı. Baktı Fatoş derin uykuda. Hemen odadan çıktı. Bu iş buraya kadardı. Daha fazla dayanamayacaktı. Ne güzel mağazanın vitrininde diğer bebekle sohbet ediyordu. Ya şimdi ne vardı? Konuşacak kim vardı? Yapayalnız, sessiz sessiz, bekle dur. Olacak şey miydi bu? Konuşmadan öylece beklemekten bıkmıştı. Doğruca mağazaya gidecek ve arkadaşına kavuşacaktı. Koridordan geçtikten sonra, sokak kapısını açtı. Kapıyı kapatıp yola çıktı. Issız ve yarı karanlık yolda hızlı adımlarla yürümeğe başladı. Ancak sabaha karşı mağazanın vitrini önüne gelen Fatoşun bebeği, arkadaşının yerinde yeller estiğini görünce, olduğu yere çöküverdi. Arkadaşı vitrinde yoktu, demek ki, satılmıştı, alan da kim bilir kimdi?
Fatoşun bebeği bir süre mağazanın vitrini önünde çaresizlik içinde kalakaldıktan sonra, toparlandı ve gerisin geriye dönerek, Fatoşların evine doğru yürümeğe başladı. Evin önüne geldiğinde, öğle üzeri olmuştu. Sokak kapısı kapalıydı. Kapının önündeki çöp bidonunun arkasına saklanıp, beklemeğe başladı. Aradan on beş-yirmi dakika geçmişti ki, karşıdaki evin sokak kapısı açıldı ve Burcu dışarı çıktı. Burcu’ nun kucağındaki bebeği hemen tanıdı. Çok sevindi o anda. Vitrindeki arkadaşını, demek ki, Burcu almıştı. Burcu gelerek kapının zilini çaldı. Kapıyı Fatoş açtı. Fatoş’ la Burcu konuşurken, aralık kalan sokak kapısından içeri süzüldü. Fatoş’ un onu gece yatmadan önce bıraktığı koltuğun altına uzandı. Biraz sonra Burcu evine gidince, Fatoş odasına geldi., bir iki yere baktıktan sonra, bebeği koltuğun altında buldu. Bebeği kucağına alan Fatoş, mutfakta yemek hazırlamakta olan annesinin yanına koştu.
Meğer evlerinde akşam yemeği yendikten sonra, Burcu, anne ve babasına durumu anlatmış, onlar da, “ İstersen şimdi gidip bebeği alalım, hem de gezmiş oluruz. “ demişler ve vitrindeki diğer bebeği Burcu’ ya alıvermişler.Öğle yemeğinden sonra Fatoş ile Burcu evcilik oynamaya başladılar. Fatoşun bebeği Ülkü ile Burcunun bebeği Arzu nihayet bir araya gelmişti. Topu topu bir gün ayrı kalmışlardı, fakat anlatacak o kadar çok şey vardı ki…Şimdilik sadece bakışmakla yetineceklerdi, konuşmak için fırsat nasıl olsa bulurlardı
Fatoş: “ Anneciğim, sınıfımı geçince bana alacağın oyuncak bebeği görmek istiyorum “ dedi. “ Onu ne kadar sevdiğimi bilemezsin, anneciğim. O çok şirin, çok tatlı bir bebek. O bebek mutlaka benim olmalı. Sınıfımı geçince o bebeği bana alacaksın, değil mi anneciğim?..”
Bunun üzerine annesi:
“ Tabii kızım.“ dedi.“ Sen yeter ki, sınıfını geç. Karneni aldığın gün, o bebeği sana alacağım.”
Biraz sonra Fatoş’ la annesi mağazanın vitrini önünde durdular. Fatoş, ilk anda vitrindeki bebeği gördü. İşte oradaydı, hep aynı yerde.‘ Nasılsın Ülkü? ‘diyerek bebeğin hatırını sormak ihtiyacını hissetti düşüncesinde. ‘ İyi misin Ülkü?..Merak etme güzel bebek, pek yakında birbirimize kavuşacağız. Ben, seni çok seviyorum ve inanıyorum ki, sen de, beni çok seveceksin. Bu nasıl olacak diye sorma bana güzel bebek., çünkü, ben sana her zaman iyi davranacağım, seninle güzel güzel konuşacağım, sana tatlı sözler söyleyeceğim, senin kalbini hiç kırmayacağım. ‘ Annesinin “ Fatoş..” demesiyle düşüncelerinden sıyrıldı, Fatoş. “ Haydi kızım, gidelim artık. Sonra geç kalacağız ama. “
Fatoş:
“ Tamam anneciğim, özür dilerim “ dedi. “ Bir an daldım!..” Daha sonra Fatoş, annesinin elinden tutarak, yürüdü. Aradan günler geçti, ders yılı sonu geldi ve Fatoş karnesini alarak 3. sınıfa geçti. Aynı gün annesi Fatoş’ u oyuncak satan mağazaya götürdü ve bebeği satın alarak kızına verdi. Fatoş, bu güzel armağan için annesine teşekkür etmeyi unutmadı. Fatoş, bir süre evde bebeğiyle oynadıktan sonra, sokağa çıktı. Fatoş’ u gören Burcu, onun yanına gelerek, “ Fatoş, bu bebeği yeni mi aldınız? “ diye sordu.
Fatoş:
“ Evet Burcu..” dedi. “ Sınıfımı geçtiğim için, annem bana bu bebeği aldı. Ne kadar sevindim bilemezsin. Çok şirin bir bebek değil mi? Hem adını da ben koydum. Adı Ülkü…”
“ Adı da kendi gibi güzelmiş bebeğinin. “ dedi Burcu. “ Ülkü’ yü sevmeme izin verir misin? “
“ Tabii olur Burcu, al sev Ülkü’ yü “ dedi Fatoş ve bebeği arkadaşına verdi. Daha sonra Fatoş, sınıf arkadaşı olan Burcu’ ya, sınıfını geçti diye bir armağan alınıp alınmadığını sordu. Burcu da, nasıl bir armağan istemesi gerektiğine bir türlü karar veremediğini söyledi. Bunun üzerine Fatoş, Ülkü’ yü satın aldıkları mağazanın vitrininde çok güzel bir bebeğin daha olduğunu, yarın annesiyle gidip o bebeği görebileceğini, eğer beğenirse, bebeği satın alabileceklerini ve birlikte evcilik oynayabileceklerini anlattı. Fatoş’ un fikrini olumlu bulan Burcu, bu konuyu akşam yemeğinden sonra anne ve babasına açacağını söyledi.
Vakit gece yarısını geçeli biraz olmuştu ki, Fatoşun bebeği ayağa kalktı. Baktı Fatoş derin uykuda. Hemen odadan çıktı. Bu iş buraya kadardı. Daha fazla dayanamayacaktı. Ne güzel mağazanın vitrininde diğer bebekle sohbet ediyordu. Ya şimdi ne vardı? Konuşacak kim vardı? Yapayalnız, sessiz sessiz, bekle dur. Olacak şey miydi bu? Konuşmadan öylece beklemekten bıkmıştı. Doğruca mağazaya gidecek ve arkadaşına kavuşacaktı. Koridordan geçtikten sonra, sokak kapısını açtı. Kapıyı kapatıp yola çıktı. Issız ve yarı karanlık yolda hızlı adımlarla yürümeğe başladı. Ancak sabaha karşı mağazanın vitrini önüne gelen Fatoşun bebeği, arkadaşının yerinde yeller estiğini görünce, olduğu yere çöküverdi. Arkadaşı vitrinde yoktu, demek ki, satılmıştı, alan da kim bilir kimdi?
Fatoşun bebeği bir süre mağazanın vitrini önünde çaresizlik içinde kalakaldıktan sonra, toparlandı ve gerisin geriye dönerek, Fatoşların evine doğru yürümeğe başladı. Evin önüne geldiğinde, öğle üzeri olmuştu. Sokak kapısı kapalıydı. Kapının önündeki çöp bidonunun arkasına saklanıp, beklemeğe başladı. Aradan on beş-yirmi dakika geçmişti ki, karşıdaki evin sokak kapısı açıldı ve Burcu dışarı çıktı. Burcu’ nun kucağındaki bebeği hemen tanıdı. Çok sevindi o anda. Vitrindeki arkadaşını, demek ki, Burcu almıştı. Burcu gelerek kapının zilini çaldı. Kapıyı Fatoş açtı. Fatoş’ la Burcu konuşurken, aralık kalan sokak kapısından içeri süzüldü. Fatoş’ un onu gece yatmadan önce bıraktığı koltuğun altına uzandı. Biraz sonra Burcu evine gidince, Fatoş odasına geldi., bir iki yere baktıktan sonra, bebeği koltuğun altında buldu. Bebeği kucağına alan Fatoş, mutfakta yemek hazırlamakta olan annesinin yanına koştu.
Meğer evlerinde akşam yemeği yendikten sonra, Burcu, anne ve babasına durumu anlatmış, onlar da, “ İstersen şimdi gidip bebeği alalım, hem de gezmiş oluruz. “ demişler ve vitrindeki diğer bebeği Burcu’ ya alıvermişler.Öğle yemeğinden sonra Fatoş ile Burcu evcilik oynamaya başladılar. Fatoşun bebeği Ülkü ile Burcunun bebeği Arzu nihayet bir araya gelmişti. Topu topu bir gün ayrı kalmışlardı, fakat anlatacak o kadar çok şey vardı ki…Şimdilik sadece bakışmakla yetineceklerdi, konuşmak için fırsat nasıl olsa bulurlardı
Altın Saçlı Kız
Zamanın birinde, bundan çok yıllar önce. Saraylarda padişahların yaşadığı, meydanlarda okların atıldığı, pazarlarda altın sikkelerle alış veriş yapıldığı zamanın birinde... Güzel bir bahçenin tam ortasına kurulu bembeyaz bir ev varmış. Bu evde altın sarısı saçları olan güzel mi güzel, alımlı mı alımlı; al yanaklı, gül dudaklı, boylu poslu, Bukle adında bir genç kız anneciği ile beraber otururmuş.
Güzeller güzeli Bukle her sabah, babaannesinden kalma bir kemik tarak ile saçlarını taramayı pek severmiş. Bir saat, iki saat hiç bıkmadan tarar da tararmış yumuşacık saçlarını. Sonra da tarağın dişlerine takılan, bir de yere dökülen tellerini itinayla toplarmış. Onları pembe ipek mendilinin içine sarar bir çekmecede saklarmış.
Oturdukları beyaz evin bahçesi öyle güzel çiçeklerle bezeliymiş ki, kokuları siz deyin on mahalle, ben diyeyim yirmi mahalle öteden duyulurmuş. Renkleri o kadar canlı, o kadar başkaymış ki; bahçenin önünden her geçen durup bakar, hayran kalırmış bu güzelliğe. Bukle’nin annesi Menzile, bir çocuk gibi severmiş bu güzel çiçekleri. Okşarmış, öpermiş; her akşam güneş batınca dağların gerisine, ay ışığı altında sularmış tek tek. Laleler onu gördüklerinde daha dik durmaya, menekşeler kokularını her köşeye yaymaya, güller iri iri açmaya çalışırlar; güzellik yarışına girişirlermiş. Hem çiçeklerle yaşamak öyle kolay da değilmiş. Çabuk küser, çabuk solar, çabuk bükerlermiş boyunlarını. Pek nazlı, pek nazenin, pek hassas, pek narin, pek kırılgan imişler. Öyleymişler işte. Sevgi imiş asıl onları besleyip büyüten.
Menzile haftada bir kere, karanlık çöker çökmez Bukle’nin altın sarısı tellerinden birisini alır, bahçedeki o güzel çiçeklerden seçtiğinin içine usulca koyarmış. Ertesi sabah da aynı çiçek bir altın verirmiş Menzile’ye. Bu, kimseye duyurmak istemedikleri bir sırmış. Anne kız böyle yaşar giderlermiş işte. Kimseye zararları yokmuş. Kimseye de muhtaç değillermiş.
Ancak insanlar çeşit çeşitmiş. İyiler de çokmuş, kötüler de... Kimin iyi, kimin kötü olduğunu ise bilebilmek pek zormuş. Günlerden bir gün nasıl olduysa, kadının biri, bir köşede durur iken Menzile’nin çiçekten aldığı altını görüvermiş. Hayret etmiş, gözlerine inanamamış, dönüp bir daha bakmış “gördüklerim doğru mu acep!” diye. Hemen aklında türlü fikirler dolaşmaya, bu fikirler bir kurt gibi beynini kemirmeye başlamış. Sonunda bu fikirlere yenilip de aklınca bir plan hazırlamış. Üzerine eski püskü, yırtık pırtık giysiler geçirip elini yüzünü kire pasa bulayıp, varmış güzel bahçeli beyaz evin kapısına.
Menzile çıkmış bu perişan görünen kadının karşısına. “Buyrun” demiş gülümseyerek. Kadın iki büklüm durarak, kısık sesle “misafir etseniz beni birkaç gün Allah rızası için” demiş ve kapının önüne yığılıp kalmış. Menzile kadına pek acımış, haline pek üzülmüş. Hemen ana kız içeri taşımışlar kadını. Yatağa yatırıp üstünü örtmüşler. Merakla başında beklemeye başlamışlar. Bir süre sonra kadın açmış gözlerini “su içsem” demiş. Bukle bir koşu su getimiş. “Açım” demiş bunun üzerine kadın. Bu sefer de Menzile koşmuş mutfağa, sıcak çorba getirmiş. Bir güzel karnını doyurmuş kadın. Ardından da açmış elerini, uzun uzun dua etmiş bu güzel insanlara:
“Allah ne muradınız varsa versin.
Sağlık, mutluluk, huzur dolsun eviniz.
Tuttuğunuz altın, sofranız bereketli olsun.
Eviniz sıcak, yüreğiniz ferah olsun.
Yarınınız güzel, seveniniz bol olsun.
Kötülük dokunamadan geçip gitsin çatınızın üzerinden.
..........”
Bir güzel dualar etmiş ki kadın oturduğu yerden, Bukle ve Menzile pek sevinmişler. Menzile “evin yoksa kal bizimle, yoldaş olursun bize” demiş. Kadın hiç beklemeden hemen atılmış. “Olur olur, kalırım” diyerek bir çığlık bırakmış havaya. Kim ne düşünür nereden bilsin Menzile. Kimin niyeti nedir nasıl bilsin Menzile.
O günden sonra birlikte yaşamaya başlamışlar beyaz evde. Güzel, temiz elbiseler vermiş Menzile kadına. Birlikte yiyip birlikte içmeye, birlikte gezip birlikte tozmaya, birlikte oturup birlikte kalkmaya kısa zamanda pek alışmışlar. Her sabah Bukle’nin altın sarısı saçlarını o tarar olmuş. Her teli itinayla toplamış, kimse görmeden bir kısmını ayırıp saklamış. Fırsat buldukça bahçeye çıkıp çiçeklere koymuş telleri. Ertesi sabah da bir bir toplamış altınları.
Günler geçmiş, haftalar geçmiş, aylar geçmiş. Kadın usanmış bu işten. Yorulmuş, bıkmış, “yeter artık” diyerek bir gece yarısı uyurken Bukle derin derin, mışıl mışıl; almış makası eline, altın saçını kökünden tutup kesmiş bir çırpıda.
İşte o an olmuş ne olduysa, altın saçın her bir teli kocaman bir yılana dönüşüp atlamışlar kadının üstüne. Oracıkta sokup öldüreceklermiş neredeyse, Bukle “durun” demeseymiş. Kadın korkudan küçük dilini yutmuş da, bir dahi hiç konuşamamış. Ödü “pat” diye patlamış da aklı yerinden oynamış. O günden sonra da kiminle karşılaştıysa, saçının tellerini yaşmağının ucundan gösterip birşeyler geveler, birşeyler anlatmak istermiş. Lakin kimse ne dediğini bir türlü anlayamazmış bu deli kadının. Acıdıklarından eline ekmek parası tutuşturup yollarına devam ederlermiş.
Birgün bir sokağın köşesinde bağdaş kurmuş otururken ak sakallı bir dede gelip durmuş karşısında. Uzun uzun bakmış gözlerine bir şey okur gibi. Sonra da “bir adam vardı buralarda yaşayan” demiş kadına. “Nalbant idi. Herkes sever, herkes hürmet eder, herkes pek güvenirdi ona. Bir sabah senin gibi o da gördü çiçeklerin verdiği altınları. Göz bir gördü mü, akıl bir yazdı mı kenara gözün gördüklerini insan kendini tutamaz olur. Günler boyu eline iş alamadı. Gelip gidenler “niye çalışmıyorsun, hasta mısın?” diye sordular uzun süre. Nalbant kimseyle tek kelime konuşmadı. Gözünün önünden çil çil altınlar gitmiyordu. Bir damla uyku girmedi gözüne. Sonra baktı ki olmayacak; eline koluna, diline kulağına bir de aklına hakim olamayacak. Her bir şeyini, neyi var neyi yoksa olduğu gibi bırakıp çekti gitti buralardan. Kimseler bir daha haber alamadı nalbanttan. Ne nereye gittiğini öğrendiler, ne de neler yaptığını duydular. Ben sana söyliyeyim mi ne oldu nalbanta?”
Kadın gözleri yuvalarından fırlayacakmış gibi bakmış dedeye, karşısında duran bir canavarmış gibi. Devam etmiş ak sakallı dede konuşmaya. “Nalbant şimdi padişahın sağ kolu. Vezir oldu memlekete. Eğer senin gibi tutamasaydı kendini, bu şehrin sokaklarında dolaşacak, adı “deli nalbant”a çıkacaktı belki de.”
Konuşması bitince dede yürüye yürüye uzaklaşmış kadının yanından. Onun arkasından bakakalan kadın saçını başını yola yola bağırmış da duyanlar gök yarıldı sanmış. Çocuklar öyle bir ağlamış ki üç gün üç gece susturamamışlar. Kediler korkup damdan dama atlaya atlaya başka şehirde miyavlamaya gitmişler.
Bukle’nin saçları da kısa sürede uzamış, yine eskisi gibi taranacak hale gelmiş. Açgözlü olmanın, yalan söylemenin, kötü düşüncelerin ne kadar zararlı olduğunu da daha iyi öğrenmiş. Anne kız uzun yıllar mutlu bir şekilde, beyaz evlerinde, güzel çiçekleri ile yaşamaya devam etmişler. Bir daha da kimseye güvenip evlerine almayı hiç düşünmemişler
Güzeller güzeli Bukle her sabah, babaannesinden kalma bir kemik tarak ile saçlarını taramayı pek severmiş. Bir saat, iki saat hiç bıkmadan tarar da tararmış yumuşacık saçlarını. Sonra da tarağın dişlerine takılan, bir de yere dökülen tellerini itinayla toplarmış. Onları pembe ipek mendilinin içine sarar bir çekmecede saklarmış.
Oturdukları beyaz evin bahçesi öyle güzel çiçeklerle bezeliymiş ki, kokuları siz deyin on mahalle, ben diyeyim yirmi mahalle öteden duyulurmuş. Renkleri o kadar canlı, o kadar başkaymış ki; bahçenin önünden her geçen durup bakar, hayran kalırmış bu güzelliğe. Bukle’nin annesi Menzile, bir çocuk gibi severmiş bu güzel çiçekleri. Okşarmış, öpermiş; her akşam güneş batınca dağların gerisine, ay ışığı altında sularmış tek tek. Laleler onu gördüklerinde daha dik durmaya, menekşeler kokularını her köşeye yaymaya, güller iri iri açmaya çalışırlar; güzellik yarışına girişirlermiş. Hem çiçeklerle yaşamak öyle kolay da değilmiş. Çabuk küser, çabuk solar, çabuk bükerlermiş boyunlarını. Pek nazlı, pek nazenin, pek hassas, pek narin, pek kırılgan imişler. Öyleymişler işte. Sevgi imiş asıl onları besleyip büyüten.
Menzile haftada bir kere, karanlık çöker çökmez Bukle’nin altın sarısı tellerinden birisini alır, bahçedeki o güzel çiçeklerden seçtiğinin içine usulca koyarmış. Ertesi sabah da aynı çiçek bir altın verirmiş Menzile’ye. Bu, kimseye duyurmak istemedikleri bir sırmış. Anne kız böyle yaşar giderlermiş işte. Kimseye zararları yokmuş. Kimseye de muhtaç değillermiş.
Ancak insanlar çeşit çeşitmiş. İyiler de çokmuş, kötüler de... Kimin iyi, kimin kötü olduğunu ise bilebilmek pek zormuş. Günlerden bir gün nasıl olduysa, kadının biri, bir köşede durur iken Menzile’nin çiçekten aldığı altını görüvermiş. Hayret etmiş, gözlerine inanamamış, dönüp bir daha bakmış “gördüklerim doğru mu acep!” diye. Hemen aklında türlü fikirler dolaşmaya, bu fikirler bir kurt gibi beynini kemirmeye başlamış. Sonunda bu fikirlere yenilip de aklınca bir plan hazırlamış. Üzerine eski püskü, yırtık pırtık giysiler geçirip elini yüzünü kire pasa bulayıp, varmış güzel bahçeli beyaz evin kapısına.
Menzile çıkmış bu perişan görünen kadının karşısına. “Buyrun” demiş gülümseyerek. Kadın iki büklüm durarak, kısık sesle “misafir etseniz beni birkaç gün Allah rızası için” demiş ve kapının önüne yığılıp kalmış. Menzile kadına pek acımış, haline pek üzülmüş. Hemen ana kız içeri taşımışlar kadını. Yatağa yatırıp üstünü örtmüşler. Merakla başında beklemeye başlamışlar. Bir süre sonra kadın açmış gözlerini “su içsem” demiş. Bukle bir koşu su getimiş. “Açım” demiş bunun üzerine kadın. Bu sefer de Menzile koşmuş mutfağa, sıcak çorba getirmiş. Bir güzel karnını doyurmuş kadın. Ardından da açmış elerini, uzun uzun dua etmiş bu güzel insanlara:
“Allah ne muradınız varsa versin.
Sağlık, mutluluk, huzur dolsun eviniz.
Tuttuğunuz altın, sofranız bereketli olsun.
Eviniz sıcak, yüreğiniz ferah olsun.
Yarınınız güzel, seveniniz bol olsun.
Kötülük dokunamadan geçip gitsin çatınızın üzerinden.
..........”
Bir güzel dualar etmiş ki kadın oturduğu yerden, Bukle ve Menzile pek sevinmişler. Menzile “evin yoksa kal bizimle, yoldaş olursun bize” demiş. Kadın hiç beklemeden hemen atılmış. “Olur olur, kalırım” diyerek bir çığlık bırakmış havaya. Kim ne düşünür nereden bilsin Menzile. Kimin niyeti nedir nasıl bilsin Menzile.
O günden sonra birlikte yaşamaya başlamışlar beyaz evde. Güzel, temiz elbiseler vermiş Menzile kadına. Birlikte yiyip birlikte içmeye, birlikte gezip birlikte tozmaya, birlikte oturup birlikte kalkmaya kısa zamanda pek alışmışlar. Her sabah Bukle’nin altın sarısı saçlarını o tarar olmuş. Her teli itinayla toplamış, kimse görmeden bir kısmını ayırıp saklamış. Fırsat buldukça bahçeye çıkıp çiçeklere koymuş telleri. Ertesi sabah da bir bir toplamış altınları.
Günler geçmiş, haftalar geçmiş, aylar geçmiş. Kadın usanmış bu işten. Yorulmuş, bıkmış, “yeter artık” diyerek bir gece yarısı uyurken Bukle derin derin, mışıl mışıl; almış makası eline, altın saçını kökünden tutup kesmiş bir çırpıda.
İşte o an olmuş ne olduysa, altın saçın her bir teli kocaman bir yılana dönüşüp atlamışlar kadının üstüne. Oracıkta sokup öldüreceklermiş neredeyse, Bukle “durun” demeseymiş. Kadın korkudan küçük dilini yutmuş da, bir dahi hiç konuşamamış. Ödü “pat” diye patlamış da aklı yerinden oynamış. O günden sonra da kiminle karşılaştıysa, saçının tellerini yaşmağının ucundan gösterip birşeyler geveler, birşeyler anlatmak istermiş. Lakin kimse ne dediğini bir türlü anlayamazmış bu deli kadının. Acıdıklarından eline ekmek parası tutuşturup yollarına devam ederlermiş.
Birgün bir sokağın köşesinde bağdaş kurmuş otururken ak sakallı bir dede gelip durmuş karşısında. Uzun uzun bakmış gözlerine bir şey okur gibi. Sonra da “bir adam vardı buralarda yaşayan” demiş kadına. “Nalbant idi. Herkes sever, herkes hürmet eder, herkes pek güvenirdi ona. Bir sabah senin gibi o da gördü çiçeklerin verdiği altınları. Göz bir gördü mü, akıl bir yazdı mı kenara gözün gördüklerini insan kendini tutamaz olur. Günler boyu eline iş alamadı. Gelip gidenler “niye çalışmıyorsun, hasta mısın?” diye sordular uzun süre. Nalbant kimseyle tek kelime konuşmadı. Gözünün önünden çil çil altınlar gitmiyordu. Bir damla uyku girmedi gözüne. Sonra baktı ki olmayacak; eline koluna, diline kulağına bir de aklına hakim olamayacak. Her bir şeyini, neyi var neyi yoksa olduğu gibi bırakıp çekti gitti buralardan. Kimseler bir daha haber alamadı nalbanttan. Ne nereye gittiğini öğrendiler, ne de neler yaptığını duydular. Ben sana söyliyeyim mi ne oldu nalbanta?”
Kadın gözleri yuvalarından fırlayacakmış gibi bakmış dedeye, karşısında duran bir canavarmış gibi. Devam etmiş ak sakallı dede konuşmaya. “Nalbant şimdi padişahın sağ kolu. Vezir oldu memlekete. Eğer senin gibi tutamasaydı kendini, bu şehrin sokaklarında dolaşacak, adı “deli nalbant”a çıkacaktı belki de.”
Konuşması bitince dede yürüye yürüye uzaklaşmış kadının yanından. Onun arkasından bakakalan kadın saçını başını yola yola bağırmış da duyanlar gök yarıldı sanmış. Çocuklar öyle bir ağlamış ki üç gün üç gece susturamamışlar. Kediler korkup damdan dama atlaya atlaya başka şehirde miyavlamaya gitmişler.
Bukle’nin saçları da kısa sürede uzamış, yine eskisi gibi taranacak hale gelmiş. Açgözlü olmanın, yalan söylemenin, kötü düşüncelerin ne kadar zararlı olduğunu da daha iyi öğrenmiş. Anne kız uzun yıllar mutlu bir şekilde, beyaz evlerinde, güzel çiçekleri ile yaşamaya devam etmişler. Bir daha da kimseye güvenip evlerine almayı hiç düşünmemişler
31 Temmuz 2011 Pazar
küçük beyaz bulut
Küçük beyaz bulut dağların üzerinde gülümsedi. Armut ağacının gölgesinde yatmakta olan Hasan, gözlerini küçük beyaz buluttan ayırmadan kardeşi Esma’ya seslendi:
- "Esma bak, buluta bak buluta."
Esma, buluta baktığında; onun, küçük, tekerlekli bir bisiklete benzediğini şaşarak izledi.
- "Benim de öyle bir bisikletim olacak." dedi Hasan.
- "Benim de uzun saçlı, kocaman bir bebeğim olur mu?" diye düşündü Esma. Küçük beyaz bulut, o anda upuzun saçlı kocaman bir bebek oluverdi. Esma’nın minicik beyninde büyüdükçe büyüdü, kalbi hızlı hızlı çarpmaya başladı. Alır mıydı babası?
- "Yağmur yağar, iyi ürün alırsak alacağım demişti..." Ama alır mıydı?
Elindeki çapayı cılız pamuk saplarının dibinde birkaç defa gezdiren Cemal doğruldu, belini tutarak. Yüzünü armut ağacına çevirdiğinde; çocuklarının gökyüzünü izlediklerini gözledi. Küçük beyaz bir buluttu gözledikleri. Bu mevsimde bir pamuk yumağı gibi gökyüzünde belirir, sonra yitip giderlerdi. Ne gölge verirler, ne de yağmur olup bereket sunarlardı. Yarı eğildi, çapayı yavaşça kaldırıp, ümitsizce indirdi susuzluktan çatlamış kuru toprağa. Birkaç güne kalmaz bu pamuklar kuruyup giderlerdi...
Hacer, kovanın ipini saldıkça saldı kuyuya. Yetmedi ip, eğilip uzandı kuyunun taşına, kolunu uzatabildiği kadar uzattı. Güç bela doldurabildi kovayı. Nereye gitmişti bu sular? Akarsular kurumuş, kuyularda su bitmişti...
Hasan, tekrar bulutu göstererek:
- "Esma bak, dedi. Şimdi de kamyon oldu.".
Hafiften gülümsedi çocuklara küçük beyaz bulut, sonra kendisini belli belirsiz esen rüzgara bıraktı. Dede oldu, koyun oldu, uçurtma, tren, umut oldu, umutsuzluk oldu. Kendisine katılmak isteyen su tanecilerinden özenle uzaklaştı. Büyük kara bulutlara hiç yaklaşmadı.
Kaç zaman geçmişti hatırlayamadı, tekrar rastladığında başı öne eğilmiş, gözleri dolmuştu Hasan’ın. Cemal, tarlanın bir köşesinde acı acı çekiyordu sigarasını. İçinde Hasan’a vurduğu tokadın burukluğu...
Küçük beyaz bulut bisiklet oldu, uzun saçlı kocaman bir bebek oldu, kamyon oldu ama ne Hasan’ın, ne de Esma’nın öne eğilmiş başlarını yukarıya kaldıramadı.
İki damla yaş süzüldü Esma’nın gözlerinden, içinde uzun saçlı kocaman bir bebek olan, iki damla yaş ıslattı toprağı.
Küçük beyaz bulut, birden bire karardı, ağladıkça ağladı... Bereket oldu.
- "Esma bak, buluta bak buluta."
Esma, buluta baktığında; onun, küçük, tekerlekli bir bisiklete benzediğini şaşarak izledi.
- "Benim de öyle bir bisikletim olacak." dedi Hasan.
- "Benim de uzun saçlı, kocaman bir bebeğim olur mu?" diye düşündü Esma. Küçük beyaz bulut, o anda upuzun saçlı kocaman bir bebek oluverdi. Esma’nın minicik beyninde büyüdükçe büyüdü, kalbi hızlı hızlı çarpmaya başladı. Alır mıydı babası?
- "Yağmur yağar, iyi ürün alırsak alacağım demişti..." Ama alır mıydı?
Elindeki çapayı cılız pamuk saplarının dibinde birkaç defa gezdiren Cemal doğruldu, belini tutarak. Yüzünü armut ağacına çevirdiğinde; çocuklarının gökyüzünü izlediklerini gözledi. Küçük beyaz bir buluttu gözledikleri. Bu mevsimde bir pamuk yumağı gibi gökyüzünde belirir, sonra yitip giderlerdi. Ne gölge verirler, ne de yağmur olup bereket sunarlardı. Yarı eğildi, çapayı yavaşça kaldırıp, ümitsizce indirdi susuzluktan çatlamış kuru toprağa. Birkaç güne kalmaz bu pamuklar kuruyup giderlerdi...
Hacer, kovanın ipini saldıkça saldı kuyuya. Yetmedi ip, eğilip uzandı kuyunun taşına, kolunu uzatabildiği kadar uzattı. Güç bela doldurabildi kovayı. Nereye gitmişti bu sular? Akarsular kurumuş, kuyularda su bitmişti...
Hasan, tekrar bulutu göstererek:
- "Esma bak, dedi. Şimdi de kamyon oldu.".
Hafiften gülümsedi çocuklara küçük beyaz bulut, sonra kendisini belli belirsiz esen rüzgara bıraktı. Dede oldu, koyun oldu, uçurtma, tren, umut oldu, umutsuzluk oldu. Kendisine katılmak isteyen su tanecilerinden özenle uzaklaştı. Büyük kara bulutlara hiç yaklaşmadı.
Kaç zaman geçmişti hatırlayamadı, tekrar rastladığında başı öne eğilmiş, gözleri dolmuştu Hasan’ın. Cemal, tarlanın bir köşesinde acı acı çekiyordu sigarasını. İçinde Hasan’a vurduğu tokadın burukluğu...
Küçük beyaz bulut bisiklet oldu, uzun saçlı kocaman bir bebek oldu, kamyon oldu ama ne Hasan’ın, ne de Esma’nın öne eğilmiş başlarını yukarıya kaldıramadı.
İki damla yaş süzüldü Esma’nın gözlerinden, içinde uzun saçlı kocaman bir bebek olan, iki damla yaş ıslattı toprağı.
Küçük beyaz bulut, birden bire karardı, ağladıkça ağladı... Bereket oldu.
Umut Taydaş
‘o an bütün kalbim doluydu; geçmiş bazı anılar ruhumun yüzüne çıkmak istiyordu, gözlerim yaşlanıyordu.‘ lan göthe, seni de bi okuduk harbi iflahımızı sktin. ‘lan bu werther aşık mı, değil mi, ibne mi, yoksa evrensel mevzularla mı yakmış kafayı?‘ diye düşündüre düşündüre koca kitabı okuttun bize. çok naif, pek utangaç, kafası güzel ama ol lan aşık işte. bana baksana oğlum, dünyada bildiğim en güzel heyecan bu. aşığım ve o da bana aşık sanırım ki, taa nerden benimle biraz olsun birlikte olabilmek için geliyor. belki benimle olma çabası, benimle olmanın, onun kendisiyle olabilmesini sağladığındandır. kadınlar kendileriyle olabilmeyi, birinin yanındayken kendilerini dinleyebilecek kadar özgür olmayı severler değil mi donki şönt? olsun be oğlum, ne güzel bir hissiyat. patlat ordan bir ‘beni böyle sev seveceksen‘, yaz bi tane hissiyat dökümü şiyar formunda, yat aşşa, mışıl uyku, dümdüz…”
kendi, kendime konuşmamın biteceği yoktu. zaten kendi kendime konuşmadığımda da kendimle neden konuşmadığımı düşündüğümden ve popüler psikolog ağzıyla aynada suratıma suratıma “kendimizle daha çok konuşmalıyız belki de. belki de…” diye seslendiğimden şizofreni benim için bir yaşam biçimiydi. oturdum şiyarımı yazdım, “vay şöyle seviyoruz, gece saat iki falan” temalı. bitti, acayip havalara girdim, dokunaklıydı, bunu mutlaka okumalıydı… gururlandım. lakin uykum yoktu, uyumaya çalışırsam, atatürk gibi, karanlıktan korkmam an meselesiydi. hem çağıracak yaverim de yoktu benim… zaten uzun süredir uyku benim için sızmaktan ibaret olmuştu. ya şarap, ya yorgunluk, bitkinlik. e şarabı da fondiplediğimize göre uyumanın tek çaresi bitap düşmekti. ancak şimdi uyuyabilirsem, erken kalkıp, tam olarak saat kaçta geleceği belli olmayan “o”nun (çünkü o zamanlar ’sevgili’ kelimesi benim şerh koyduğum kelimelerdendi) gelişine hazırlık yapabilir, sürprizlerimle onu mutlu edebilirdim.
odanın bahçeye açılan kapısına doğru yaklaştım. bir sigara yaktım, acaba kediler ne yapıyorlardı? dünyadaki varlıklarını bile umursamadığım “kedi” hayvanı, onun bir kedisinin olmasından olsa gerek, artık benim için incelenmeye değer canlılardandı. eğer kedilerin sosyal etkileşimlerini, insanla ilişkilerini, davranışlarını doğru çözümleyebilirsem, beni kedisini sevdiği kadar sevmesi garantiydi hocam: fair deal.
tam da kedileri incelerken o gerizekalı horoz tekrar bahçeye girdi. zaten bremen mızıkacıları’na ek olarak bir bilgisayar, birkaç film/kitap, posterler ve ben’den oluşan mabedimde bu horozun yeri büyüktü. o horozu kim bilir 50 kere kedilerden kurtardım. hatta bir keresinde onu kedilerden uzaklaştırmak için, bana maddi olarak çok şey ifade eden bozuk paralarımı ona fırlatarak, komşunun neredeyse 3 metre aşağıda olan bahçesine düşmesini sağlamış ve o gün güzel bir uyku çekmiştim. tabii ki uyandığımda horoz bir mucizeyi gerçekleştirip 3 metre uçtu mu nasıl yaptı bilmiyorum, tekrar, benim bahçeme gelmişti. çin malı, plastik boncuk atan desert eagle’ımla birkaç uyarı atışı yaptım. kediler kaçıştı, horoz saklandı. şimdilik yine kurtulmuştu. izmariti bahçeye atıp perdeyi kapattım. saatten haberim yoktu ama gerçekleştirmek istediklerim için çok geç olduğunu anlamıştım. acilen yorulmam gerekiyordu, uyuyabilmek için.
tamamen “o”nunla kırlarda koşuştuğumuzu, dünya tarihini tartıştığımızı, sinemadan çıktığımızı ve en neticesinde uyumak için boşalmam gerektiğini düşünerek gönülsüz bir 31 patlattım. ardından bir daha. ardından “bir daha”yı denerken dizlerimin bağı çözüldü, yatağa koştum. “içimden hiçbir kötülük geçmiyordu.” zaten cinselliğin “kötülük” olabilmesi yeterince dokunaklıydı. en azından hükmedebildiğim tarafımı susturdum ve diğer yarımla tartışmadı. böylece uyuyabildim.
istediği saatte uyanabilen ve hep çakı gibi olan bir babanın oğlu olarak biyolojik saatime güvenim tamdı ama horoz işi şansa bırakmadı. kendisini kurtardığımı anlamış olacak ki, üürüüüüüük’ler arasında yeniden doğdum. mevlana öyle diyorsa, o gün öyleydi harbiden. bugün çok acayip sevilecektim. bugün beni sevmek için taa nerelerden geliyordu. horoza göz kırptım ve soğuk duşa girdim. `ihlas elektrikli su ısıtıcı` bozulduğundan ve demlikle su ısıtmayı bekleyecek vaktim olmadığından, tek çare buydu. belki duş almak isterdi, “yok lan kesin ister”di, bugün bu işi de halletmeliydim. maaşımın yatmış olmasını, o zamana kadar bu kadar içten dilememiştim.
ardından sağlıklı bir şekilde başladığım günü, sağlıklı bir şekilde devam ettirmek için kahvaltı yapmaya karar verdim. tabii adet olduğu üzere, mutfağa gidince önce buzdolabının altından süzülen ve birikinti haline gelen suyu temizledim. onun burada olduğu sürece buzdolabının bu ayıbını örtmek için hepi topu üç kazağım olmasına rağmen, birini buzdolabının altına bir güzel sıkıştırdım. yün kazaktı. suyu emerdi. arada gider gizlice sıkar, tekrar geri koyardım. bu da çözüldü. şahane gidiyordum.
buzdolabında ışıl ışıl parlayan, arkadaşımın annesinin izmir’den gönderdiği halis muhlis ev yapımı salça adeta vitamin, mineral deposuydu. 5-6 gün önce aldığım sandviç ekmeklerinden nemden dolayı ıslananlarının nemli taraflarını kestim, küflenenlerin de küfünü tabii ki. dolaptaki en besleyici ikinci şey olan margarini bir ayin gibi usul usul geride kalan ekmeklere sürdüm. sonra üzerine bir güzel salça döşendim. üç tane ekmeğim vardı: margarinli, salçalı, kekikli; margarinli, salçalı, mayonezli ve margarinli, az salçalı, limon suyu+bol biberli. onları musluk suyuyla bir güzel yuttuktan sonra, artık hazırlıklara başlayacak enerjiye sahiptim. bu arada, iki tane beşlik su almanın hiç de fena bir fikir olmadığını düşündüm. alışık olmadığından musluk suyu, onun ağzının tadını kaçırabilirdi. beni kötü tanımasını istemezdim.
hemen içeri gidip “housework songs” kategorisinden bir playlist hazırladım ve odamı temizlemeye başladım. üçüncü şarkıdan sonra çok gayvari geldiğinden olsa gerek, özüme dönerek, birkaç gün mümkün mertebe gizlemem gerekeceği için, arabesk ruhumu beslemek adına, en damar parçaları, orhan ve ahmet kaya başta olmak üzere art arda sıraladım. tahminlerimden hızlıydım. odayı cillop gibi yapmış olmamı bırak, bu odanın dünyanın en anlamlı, en keyifli, en hüzünlü ve aşka en müsait oda olduğuna dair iddiaya girebilirdim.
dışarıdaki işlere başlamadan evvel bahçedeki kedilerin yoklamasını almak üzere cama yaklaştım. bahçemdeki kedileri görmesi lâzımdı. zira, kedilerle birlikte sürdürdüğüm bu özverili yaşam, onun kedi sevgisiyle birleşince bana sevgisi katmerlenecekti eminim. manzara rezildi. 5 tane kedi, ortaya aldıkları bir kediye, gündüz vakti sırayla tecavüz ediyorlardı. basbayağı, tamamen gerçekti bu. hayvanların seks yaşamının vahşiliği beni fena hırpaladı. kedilerden nefret ettim. “bi de hayvan olacaksınız, bizden de betersiniz ulan” diye kızdım. bunu, o bahçeye bakarken yaparlarsa, moralinin bozulması kaçınılmazdı. çin malı platik desert eagle’ımın plastik boncuklarını şarjöre yerleştirirken tek düşündüğüm, bu yürek dağlayan manzarayı onun görmemesi için, kedilere sağlam bir ders vermem gerektiğiydi. kaçmasınlar diye camı incecik aralayıp, o sırada tecavüzü gerçekleştirmekte olan sarı kediye iki tane salladım. mermi kediye değdiği anca duvara çapmış gibi yere düşüyor, sarı kedi “nooldu lan” bile demiyordu. çin malına yatırımın zafiyetinden bahseden aklımın öbür yarısına aldırmadan “sktirin gidin, sktir lan, lassiktir… hoşt lan.” diye bağırarak pencereyi 7-8 kere hızlı hızlı açıp kapattım. sesten ürküp kaçmışlardı. “inşallah o burdayken, bahçemde tekrar bir tecavüz vakası yaşanmaz yalabbi” diyerek camı sıkıca kapattım. giyindim ve dışarı çıktım.
çılgın kalabalığın ortasında üzerine spot tutulmuş “truman” gibi dolaşıyordum. ben bir başkaydım diğerlerinden. pozitif ırkçılık diye bir şeyi keşfediyor ve aşka inanmadıkları için sokaktaki herkesi küçümsüyordum. ben aşka inanmış, sonunda kazanmıştım ve en geç bu akşam acayip sevilecektim. bununla gurur duydum, özgüvenim tavan yapmıştı. hazırlık yapacak olmasam bunların arasına karışmazdım ya, neyse. acayip aşıktım ve dışarıda başıboş gezinen kadınlara göz ucuyla bile bakmıyordum. böylesine ulvi kabul ettiğim bir noktada durabildiğim için kendimi şövalye ilan ettim. demek, bana arada bir “şövalyem” demesi bundandı.
ilk evvela bankamatiğe gittim. hesabımda kapı gibi 375 milyonum beni bekliyordu. 150’siyle kredi kartını yatırıp kredi kartını kullanmaya başlayabildiğimde sınırsız param olacaktı ve herşeyi gerçekleştirebilecektim. garanti’nin “tek hesap” mevzusundan “-200″e düşme hakkım olduğundan, bir yere gidersek eğer nakit sıkıntısı da yaşamayacaktım. “mayıs’ta nakit sıkıntısı” isimli bir filme malzeme olmak istemezdim açıkçası herbırt.
bu arada gidip evin ve dış kapının anahtarlarından birer kopya yaptırdım. anahtarları ona verecektim. bu sayede belki de bir gün, biz sözleşmeden, gizlice gelip kapıyı açacak, içeri girecek, ben uyurken gelip bana sarılacak ve yalnız olmadığımı gösterecekti. bu, o ana kadarki hayatımın doruk noktası olurdu herhalde. “insanı çarpan bir elektrik akımı gibi aşklarım da beni çarptı, onları yaşadım, hissettim, fakat görmeyi ya da düşünmeyi asla başaramadım.” diyen proust’a harbiden üzülüyordum. bir zafer peker şarkısı romantizmiydi belki ama “bir sabah karşımda aşkı görmek istiyordum” ve zaten ondan başka bir şey düşünemiyordum. anahtar, bunun anahtarı olacaktı. buna tüm varlığımla inanıyordum.
diğer ufak tefek alışverişleri yaparken bir yandan da “bahçedeki kediler”i düşünüyordum. “kedilerin tecavüzü”nü kameraya çekip bu doğaüstü olayı insanlıkla paylaşmak istiyor, tecavüze uğrayan kedinin acısını paylaşıyordum. yolda bunu düşünürken “hayvan alemi biğiğir hooooş, sarııı kedii amman, sarı kediii aman, deli-veranceğğ” diye bir türkü tutturdum. deliverance’in aklıma gelmesiyle bünyemi saran insanlıktan tiksinme duygusu yerini, bu akşamdan itibaren, önümüzdeki beş günün safi saf, hep bi içten ve hayli ulvi sevilmeyi; ve tüm varlığını armağan derek sevmeyi yaşamanın tarihe, en azından kişisel olarak bildiğim tarihe, en önemli tarihi olay olarak yazılacağı düşüncesine bıraktığında markete girmiştim zaten.
marketofobimden dolayı marketlere girmekte zorlandığımdan, “endi market” beni en az geren marketti. sakindi, küçüktü, hem biraz öğrenci işiydi ve hem de alkol satıyordu. genelde oraya gidiyordum ama bu defa kaliteden şaşmayacağımdan dev tanşaş’ı gözüme kestirmiştim. buzdolabında hazır bulunup, her ihtiyacımızı karşılayacak tüm eksikleri aldım. “yalnızlık kalesi”ni evrenin en şahane aşk mabedine dönüştürecek her şey hazırdı; kokular, mumlar, sıvı el sabunu ve tabii sefil sarhoşluğunun bildiği bütün içkiler: tekel votka, iki şişe güzel marmara ve aristokrat imajından ödün vermemek adına paraya kıyıp bir şişe kavaklıdere. 250 lira falan tuttu. “olsun lan çalışır öderiz” dedi biri, öbür yarımdan desteği de almışken, verdim kredi kartını, tek çekimde ödedim. “heyyyt. alışveriş yaptım lan ben marketten. aşkım için, markete bile girdim.” hem benim, hem de öbür yarım için bir dönüm noktasıydı.
eve dönüşte pasajdaki elektrikçiye uğradım. şans yaverin yanındaydı yine. ikinci el, yeni bir elektrikli su ısıtıcıyı hemen takabilecekti elektrikçi. onunla birlikte eve geldik. banyodaki ihlas’ı bir çırpıda söktü ve işe girişti. kendi hariç tüm elektrikçileri aforoz ediyordu. evin tesisatınını beğenmemişti:
- abi bak burda 3,5 kablo kullanmış bu burayı dayandırmaz.
- olsun abi, şofben alacağım zaten bu geçici.
- abi bak, burdaki kablo telefon kablosu gibi bir şey, bu ihlas’ın termostatı yok, allah’tan yangın çıkmamış. hüüüamına koydumun adamı, üç kuruş kâr etmek için insanların canıyla oynuyorlar bunlar.
- hüüüamınagoyin abi, ev sahibi kendi çekmiştir kabloyu, cimri gıcık bi herif.
- he tanıyorum, hüseyin abinin evi bura, biliyorum ben ya, 25 senelik komşum benim.
- ha işte evet abi iyi bi adam. işte onunla konuşup şofben taktırayım diyorum.
- sen şeyap, ben montajını yaparım, dükkânın kartı var mı sende, gelmene gerek yok abi ararsın ben gelir takarım.
- aliym abi kartı, o zaman ariym ben seni.
- kart yok da yanımda, elimde iş var şimdi, bi kağat varsa yaz ikiyüzyirmi…
- ha, dur usta alıym geliym bi dakka.
kağıt almaya giderken “kendini pazarlama konusunda amatör, özgüveni üstdüzey esnaf” konusunu ekşi sözlük’te irdelemem gerektiğini düşündüm. ama başlık bu olmamalıydı.
- abi prizde sorun var. ha, yaz abi ikiyüzyirmi vesaire vesaire…
“the one” elektrikçi abi prizle uğraşırken ben kılkuyruk ev sahibi sonradan ister diye 25 milyonluk ihlas ısıtıcıyı gözü rahatsız etmeyecek bir yere saklamaya gittim. salon çöplüktü zaten. salonda herhangi bir yere bırakabilirdim. ne de olsa salon benim yaşama alanıma dâhil değildi. ama benim odam; kral suiti olacaktı.
elektrikçi abi işini bitirdiğinde suyu test ettik. bu evde, sıcak su. dönüm noktası iki. medeniyetle tanışıyordum. duvardaki prizi sökmüş ve ellerime medeniyeti, ucu çıplak iki faz halinde teslim etmişti. onları duvardaki deliklere nasıl sokmam gerektiğini, artıyı eksiyi anlattı. duvardaki deliklere de kalemle artıyı eksiyi işaretledi. ters sokarsam çeşitli sorunlar olma ihtimalinin altını çizdikten sonra, taktığı aletin iki katı işçilik ücretini de alarak evden ayrıldı.
buzdolabını tıka basa temizledim. kendi dişlerimi bile bu kadar özenli temizlemiyordum. bende bu temizleme potansiyeli olduğu halde anneme evi temizlerken hiç bu kadar detaylı temizlik yaparak yardım etmediğimi anımsadım. onun buzdolabındaki pislikleri temizleyip, aynı böyle biriktirsem ve göstersem, benimle gurur duyar, dayanamaz ağlardı eminim. annemi fena özlemiştim. hayatımın annesizlik evresinin, karakterim üzerinde ödipal dönem veya anal evreden çok daha fazla etkili olacağı kesindi. “sevilmek iyiydi, güzeldi ama karşılıksız sevilmek de apayrıydı lan.” diyen ve benimle hep lanlı lunlu konuşan içimdeki ses annemi arayıp, onu biraz onu sesimle sevmemi öğütlese de artık farklı bir boyuta geçen bu bahçede sararan ataerkil duygulara yer yoktu. en azından bugünlük.
o, uçağa binmeden evvel, son telefon görüşmemizi yaptık. kıçıma sürat motoru takmam gerektiğini işaret eden görüşme saatini takiben yaklaşık dört saatim vardı. kısa bir süre, mutfağın apartmanın rögarına bakan penceresinin altındaki duvara yaslanıp “o”nun mükemmelliğine, aşkını sunuşuna, onsuz bir dünyanın tahammül edilemezliğine otobüsler kaldırdım. otobüsteki tüm yolcularla öpüp koklaşıp vedalaşarak otobüsten inmeye hazırlanırken zilin çalmasıyla hızla otobüsten inip kapıya koştum. gelen tomturbaz’dı. hemen mevzuuya girdi:
- nağber yakışıklı?
- şu verdiğin motivasyon bugün en lazım olan şey biliyon mu?
- hayırdır, neşeliyiz bugün?
salakça gülümsedim.
- salakça gülümsedin…
tekrar salakça gülümsedim. pis pis sırıtarak, ortamı kendine getirdi:
- he he… kovayı bi doldurabilir miyiz?
- boşa koysam dolar mı dersin?
- doldurup versen daha iyi, ben de alır giderim. daha şimdi burdan üç apartmana gideceğim, onlar bitinc…
- hemmen geliyorum.
tomturbaz’ı içeri çağırıp sevincimi paylaşabilirdim. zira halimi, neşemi, bu kutsanmış halimi birinin bilmesi, görmesi lazımdı. “dünyada böyle bi aşk yok lan” diyen bir ses habire içimde bağırırken, benim buna inanmamam ve bunu dünyaya göstermek istemem kadar doğal bir şey yoktu herhalde. ama ihtiyacım olan herşeye sahip olduğumdan dolayı, tomturbaz’ı ve dâhi tüm insan ırkını sallamıştım. hızla kovayı doldurup teslim ettim ve “kolay gelsin, hadi görüşürüz cyrano” diyerek kapıyı kapattım.
son sürat odama gidip mumları yerleştirdim. “benim balonlarım vardı” diye düşünüp, balonları şişirdim ve odaya gelişigüzel dağıttım. ortalama ayda bir kez yorganını düzelttiğim yatağımın nevresimini değiştirip, annemin yeni evimin eve benzediğini sanarak verdiği, kendisi için kuşak kuşak, tepe bayır, paso hüzün ifade eden yatak örtüsünü hiç gerekmeyeceğini, üstelik zaten “o”nun da hiç gelmeyeceğini sanarak sakladığım yerden çıkardım. ütülüydü ve onu örttüğümde yatağımın bende çilehane olarak imgelenen görüntüsü, son derece modern, özenli, anlamlı bir hale bürünmüştü. odam bir başka olmuştu. yerleri sildim. halıfleksteki kılları tırnaklarımla topladım. sonsuza kadar sürebilirdi, topak topak kıl, tüy, yün; içerisinde cips parçaları, çekirdek kabukları, burun tatakları ve desert eagle mermileriyle birleşerek gittikçe büyüyordu. bu kadarının yeterli olduğuna karar verip biriken pisliği atmak üzere banyoya gittiğimde, ona “seni bir daha görene kadar sakallarımı kesmeyeceğim” diyerek kendimce bir kurusıkı şov biznısa giriştiğimden beri sakallarımın ne derece uzadığını fark ettim. kılların içinden iki tane göz bana bakıyordu. onu havaalanında karşılarken, ona beni ilk kez takım elbiseyle görme keyfini yaşatma süprizim bu kıllar yüzünden fiyaskoyla sonuçlanabilirdi. zira dâhil olduğu tarikattan son anda caymış ama duruşmaya çıkmadan önce tıraş olursa dikkat çekeceği için tıraş olmayıp, yine de hakime düzgün görünmek adına simgesel kıyafetini bırakıp takım elbise giymiş bir aczmendi gibi görünecektim. tırnak keseceğiyle permatiğin kenarındaki platikleri kesip, jileti istediğim keskinliğe getirerek sakalımı düzlemeye başladım. plastikleri keserken yanlışlıkla jiletin de ucundan bir parça kestiğim için şekli bozulan jilet yüzümde her kaydırışımda bir kesik atıyordu. sakallarımdan kanlar süzülüyordu. lâkin sakalı düzeltmeye o kadar odaklanmıştım ki kanlar umrumda değildi. tıraş bittiğinde işportacıdan tırnak makasıyla birlikte aldığım kan taşıyla kanayan yaralarımı dağladım. yakıyordu. suratıma kolanya sürdüm, fön makinesiyle kanımı kuruttum. dışarı çıkmam gerekiyordu ama yüzümü de evde bırakmak zorundaydım.
dışarı çıkacak halde değildi. yaraları örtsün diye pudrayla bir şeyler denedim. kapağı bozuk olduğu için pudra olduğu gibi, en fiyakalı pijamama döküldü ve artık herşey bembeyazdı. eğer orada halam olsaydı, yere pudra dökülmesiyle ilgili mutlaka olumlu bir şey söylerdi: “ansızın en güzel pijamaya pudra dökülmesi, aşk hamuruyla yoğurulacağına işarettir”, “sakaldan süzülüp yeri kaplayan beyaz pudraya damlayan kan hem hoş bir görüntü oluşturur hem de dudaktan öpüleceğine delalettir” derdi mesela. buna çok ihtiyacım vardı. ya da “oğlum ziytin çekirdaanı yutma südüklüğüne daş durur” diyebilirdi. bunu ihtiyacım olsun veya olmasın sürekli söylüyordu zaten. en önemli sözüydü benim için sarf ettiği.
herşeyi temizledim, pijamayla bayağı uğraştım. fiyakalı takım elbiseleri çektim. yüzüm biraz kesik olsa da, yılan gibiydim lan. “yılan gibisin lan” dedi. “sen mi ben mi?” diye sordum. ikimiz kafa kafaya verip “aslansın, kaplansın, kralsın, yakışıklısın, yürü be” gazlarıyla özgüveni üst seviyelere çektik. hemen köşedeki çiçekçiye koştum. oradan çeşit çeşit çiçekler aldım, geldim, odama giden yolu efsanevi bir biçimde dekore ettim. evvelce aldığım hediyeleri dar odanın ancak benim bilebileceğim gizemli yerlerine sakladım. ben yokken eve biri gelir, içkileri lüpletir diye, içkileri de odaya transfer ettim. yola çıkmak için hayli gecikmiştim ve nakit tükenmişti. taksiden başka çarem yoktu havaalanına yetişmek için. takım elbisenin verdiği beyefendiliği bir kenara bırakıp, 6-7 taksiyle pazarlık yaptım. sonunda biriyle anlaşıp havaalanına gittim.
beklerken yaşadığım heyecanın bir benzerinin daha bir ömürde olabileceğini sanmıyorum. tam da saf aşkı kucaklayacak olmanın yarattığı aura beni transandantal bir yolculuğa çıkarmışken, kapı açıldı ve etraftaki herkes, herşey dondu. sadece biz hareket ediyorduk koca havaalanında. bir çocuğun donmakta zorlandığını görüp ona izin verdim hareket etmesi için. arka planda, neşeli, başıboş bir çocuk, dramatik altyapıyı kuvvetlendirmişti. geldi, koştu, koştum, koştuk, güm diye çarpışarak sarıldık. burada alkış lâzımdı aslında ama o anın bizim olmasını istediğim için, diğerlerini aktivasyon key’lerini girmeyip, onları biraz daha donmuş durumda bekletmeyi yeğledim. bu ara çocuğu da dondurdum. çünkü onu dudağından öpmek için içimde artık karşı koyamadığım bir istek vardı, bu olacaktı, demek ki böyle oluyordu, demek ki, o öpücük, kendiliğinden oluyor ve olmasını hiçkimse engelleyemiyordu. bizim oralarda dudaktan öpüşmek, televizyon filminde olsa bile, gözlerimizi ellerimizle kapatmamızı gerektiren, ayıp bir şeydi. arkaplandaki çocuk, daha üç yaşında bu travmayı kaldıramazdı.
tekrar taksiyle eve dönerken, kutlu aşkın, kudretli bir sihirbaz gibi dünyayı yok edişine şahit oldum. bizden başka kimse yaşamıyordu dünyada, haberim yoktu. onun için de böyle olduğunu hissedebiliyor; bana sığınışıyla, kollarımın altına girişiyle, ona kanat gerişimle romantizm denen şey yeniden tanımlanıyordu. ara ara “of” çeken taksicinin varlığını hissettirişiyle, şoför kardeşimizin de, bize “ulan ne aşkmış bu be!” dercesine baktığını idrak edebiliyorduk. dikiz aynasından kendime baktım. takım elbise ve bu sakal hayatımdaki en rezil halimdi.
mutluluğun tüm inanç olasılıklarını yok ettiği, aşkın, “aslında neye inanmalıyım?“ın cevabını verdiği bir gece sonunda, ben, onun bana ta oralardan getirdiği, hayatımda ilk kez içtiğim “yeni” içkileri onunla içmiş olmaktan dolayı bayağı huzurluydum. beni ahmet kaya ve orhan gencebay dinlerken sevdi. uykusu geldi. onu uyuttum. adını duymuş olmama rağmen o gece ilk kez içtiğim martini’nin bundan sonrasında bizim için bambaşka bir anlamı olacaktı. bir şişe martiniyi onu uykusunda severken içtim. ara sıra, uzaktan gelen bir sevgiliyi beklemenin, belki de yakında olan bir sevgili ile daima birlikte olmaktan çok daha aşk dolu, çok daha yüce bir duygu olduğunu düşündüm. uyandığında, bana bu “bekleme” sürecinin, aşkı bekleme süreci olduğunu ve ara sıra yaşanması gerektiğini ama aynı zamanda, aşık olduğun insanla birlikte olmanın asıl huzur, asıl mutluluk, asıl anlam, asıl varlık olduğunu öğretti.
bahçede erik yedik.
o gittiği gün ben de işe gittim ve döndüğümde tecavüze maruz kalan kedi, camdan odama girip, yatağımın altına yavrulamıştı.
yavru kedileri dışarı çıkarıp, yatağın altını temizlemiştim; arabesk bir playlist’le arta kalan şarapları bitirmeye çalışırken saate baktım. saat daha 10 buçuktu ve bir şekilde sızmazsam, yatağa girip uyumaya çalışmak işkence olabilirdi. saatlerce hayal kurdum. saat daha 10 buçuğu bir geçiyordu ve onu en erken altı ay sonra tekrar görebilecektim. aradım. anlattım.
sızdım.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)