‘o an bütün kalbim doluydu; geçmiş bazı anılar ruhumun yüzüne çıkmak istiyordu, gözlerim yaşlanıyordu.‘ lan göthe, seni de bi okuduk harbi iflahımızı sktin. ‘lan bu werther aşık mı, değil mi, ibne mi, yoksa evrensel mevzularla mı yakmış kafayı?‘ diye düşündüre düşündüre koca kitabı okuttun bize. çok naif, pek utangaç, kafası güzel ama ol lan aşık işte. bana baksana oğlum, dünyada bildiğim en güzel heyecan bu. aşığım ve o da bana aşık sanırım ki, taa nerden benimle biraz olsun birlikte olabilmek için geliyor. belki benimle olma çabası, benimle olmanın, onun kendisiyle olabilmesini sağladığındandır. kadınlar kendileriyle olabilmeyi, birinin yanındayken kendilerini dinleyebilecek kadar özgür olmayı severler değil mi donki şönt? olsun be oğlum, ne güzel bir hissiyat. patlat ordan bir ‘beni böyle sev seveceksen‘, yaz bi tane hissiyat dökümü şiyar formunda, yat aşşa, mışıl uyku, dümdüz…”
kendi, kendime konuşmamın biteceği yoktu. zaten kendi kendime konuşmadığımda da kendimle neden konuşmadığımı düşündüğümden ve popüler psikolog ağzıyla aynada suratıma suratıma “kendimizle daha çok konuşmalıyız belki de. belki de…” diye seslendiğimden şizofreni benim için bir yaşam biçimiydi. oturdum şiyarımı yazdım, “vay şöyle seviyoruz, gece saat iki falan” temalı. bitti, acayip havalara girdim, dokunaklıydı, bunu mutlaka okumalıydı… gururlandım. lakin uykum yoktu, uyumaya çalışırsam, atatürk gibi, karanlıktan korkmam an meselesiydi. hem çağıracak yaverim de yoktu benim… zaten uzun süredir uyku benim için sızmaktan ibaret olmuştu. ya şarap, ya yorgunluk, bitkinlik. e şarabı da fondiplediğimize göre uyumanın tek çaresi bitap düşmekti. ancak şimdi uyuyabilirsem, erken kalkıp, tam olarak saat kaçta geleceği belli olmayan “o”nun (çünkü o zamanlar ’sevgili’ kelimesi benim şerh koyduğum kelimelerdendi) gelişine hazırlık yapabilir, sürprizlerimle onu mutlu edebilirdim.
odanın bahçeye açılan kapısına doğru yaklaştım. bir sigara yaktım, acaba kediler ne yapıyorlardı? dünyadaki varlıklarını bile umursamadığım “kedi” hayvanı, onun bir kedisinin olmasından olsa gerek, artık benim için incelenmeye değer canlılardandı. eğer kedilerin sosyal etkileşimlerini, insanla ilişkilerini, davranışlarını doğru çözümleyebilirsem, beni kedisini sevdiği kadar sevmesi garantiydi hocam: fair deal.
tam da kedileri incelerken o gerizekalı horoz tekrar bahçeye girdi. zaten bremen mızıkacıları’na ek olarak bir bilgisayar, birkaç film/kitap, posterler ve ben’den oluşan mabedimde bu horozun yeri büyüktü. o horozu kim bilir 50 kere kedilerden kurtardım. hatta bir keresinde onu kedilerden uzaklaştırmak için, bana maddi olarak çok şey ifade eden bozuk paralarımı ona fırlatarak, komşunun neredeyse 3 metre aşağıda olan bahçesine düşmesini sağlamış ve o gün güzel bir uyku çekmiştim. tabii ki uyandığımda horoz bir mucizeyi gerçekleştirip 3 metre uçtu mu nasıl yaptı bilmiyorum, tekrar, benim bahçeme gelmişti. çin malı, plastik boncuk atan desert eagle’ımla birkaç uyarı atışı yaptım. kediler kaçıştı, horoz saklandı. şimdilik yine kurtulmuştu. izmariti bahçeye atıp perdeyi kapattım. saatten haberim yoktu ama gerçekleştirmek istediklerim için çok geç olduğunu anlamıştım. acilen yorulmam gerekiyordu, uyuyabilmek için.
tamamen “o”nunla kırlarda koşuştuğumuzu, dünya tarihini tartıştığımızı, sinemadan çıktığımızı ve en neticesinde uyumak için boşalmam gerektiğini düşünerek gönülsüz bir 31 patlattım. ardından bir daha. ardından “bir daha”yı denerken dizlerimin bağı çözüldü, yatağa koştum. “içimden hiçbir kötülük geçmiyordu.” zaten cinselliğin “kötülük” olabilmesi yeterince dokunaklıydı. en azından hükmedebildiğim tarafımı susturdum ve diğer yarımla tartışmadı. böylece uyuyabildim.
istediği saatte uyanabilen ve hep çakı gibi olan bir babanın oğlu olarak biyolojik saatime güvenim tamdı ama horoz işi şansa bırakmadı. kendisini kurtardığımı anlamış olacak ki, üürüüüüüük’ler arasında yeniden doğdum. mevlana öyle diyorsa, o gün öyleydi harbiden. bugün çok acayip sevilecektim. bugün beni sevmek için taa nerelerden geliyordu. horoza göz kırptım ve soğuk duşa girdim. `ihlas elektrikli su ısıtıcı` bozulduğundan ve demlikle su ısıtmayı bekleyecek vaktim olmadığından, tek çare buydu. belki duş almak isterdi, “yok lan kesin ister”di, bugün bu işi de halletmeliydim. maaşımın yatmış olmasını, o zamana kadar bu kadar içten dilememiştim.
ardından sağlıklı bir şekilde başladığım günü, sağlıklı bir şekilde devam ettirmek için kahvaltı yapmaya karar verdim. tabii adet olduğu üzere, mutfağa gidince önce buzdolabının altından süzülen ve birikinti haline gelen suyu temizledim. onun burada olduğu sürece buzdolabının bu ayıbını örtmek için hepi topu üç kazağım olmasına rağmen, birini buzdolabının altına bir güzel sıkıştırdım. yün kazaktı. suyu emerdi. arada gider gizlice sıkar, tekrar geri koyardım. bu da çözüldü. şahane gidiyordum.
buzdolabında ışıl ışıl parlayan, arkadaşımın annesinin izmir’den gönderdiği halis muhlis ev yapımı salça adeta vitamin, mineral deposuydu. 5-6 gün önce aldığım sandviç ekmeklerinden nemden dolayı ıslananlarının nemli taraflarını kestim, küflenenlerin de küfünü tabii ki. dolaptaki en besleyici ikinci şey olan margarini bir ayin gibi usul usul geride kalan ekmeklere sürdüm. sonra üzerine bir güzel salça döşendim. üç tane ekmeğim vardı: margarinli, salçalı, kekikli; margarinli, salçalı, mayonezli ve margarinli, az salçalı, limon suyu+bol biberli. onları musluk suyuyla bir güzel yuttuktan sonra, artık hazırlıklara başlayacak enerjiye sahiptim. bu arada, iki tane beşlik su almanın hiç de fena bir fikir olmadığını düşündüm. alışık olmadığından musluk suyu, onun ağzının tadını kaçırabilirdi. beni kötü tanımasını istemezdim.
hemen içeri gidip “housework songs” kategorisinden bir playlist hazırladım ve odamı temizlemeye başladım. üçüncü şarkıdan sonra çok gayvari geldiğinden olsa gerek, özüme dönerek, birkaç gün mümkün mertebe gizlemem gerekeceği için, arabesk ruhumu beslemek adına, en damar parçaları, orhan ve ahmet kaya başta olmak üzere art arda sıraladım. tahminlerimden hızlıydım. odayı cillop gibi yapmış olmamı bırak, bu odanın dünyanın en anlamlı, en keyifli, en hüzünlü ve aşka en müsait oda olduğuna dair iddiaya girebilirdim.
dışarıdaki işlere başlamadan evvel bahçedeki kedilerin yoklamasını almak üzere cama yaklaştım. bahçemdeki kedileri görmesi lâzımdı. zira, kedilerle birlikte sürdürdüğüm bu özverili yaşam, onun kedi sevgisiyle birleşince bana sevgisi katmerlenecekti eminim. manzara rezildi. 5 tane kedi, ortaya aldıkları bir kediye, gündüz vakti sırayla tecavüz ediyorlardı. basbayağı, tamamen gerçekti bu. hayvanların seks yaşamının vahşiliği beni fena hırpaladı. kedilerden nefret ettim. “bi de hayvan olacaksınız, bizden de betersiniz ulan” diye kızdım. bunu, o bahçeye bakarken yaparlarsa, moralinin bozulması kaçınılmazdı. çin malı platik desert eagle’ımın plastik boncuklarını şarjöre yerleştirirken tek düşündüğüm, bu yürek dağlayan manzarayı onun görmemesi için, kedilere sağlam bir ders vermem gerektiğiydi. kaçmasınlar diye camı incecik aralayıp, o sırada tecavüzü gerçekleştirmekte olan sarı kediye iki tane salladım. mermi kediye değdiği anca duvara çapmış gibi yere düşüyor, sarı kedi “nooldu lan” bile demiyordu. çin malına yatırımın zafiyetinden bahseden aklımın öbür yarısına aldırmadan “sktirin gidin, sktir lan, lassiktir… hoşt lan.” diye bağırarak pencereyi 7-8 kere hızlı hızlı açıp kapattım. sesten ürküp kaçmışlardı. “inşallah o burdayken, bahçemde tekrar bir tecavüz vakası yaşanmaz yalabbi” diyerek camı sıkıca kapattım. giyindim ve dışarı çıktım.
çılgın kalabalığın ortasında üzerine spot tutulmuş “truman” gibi dolaşıyordum. ben bir başkaydım diğerlerinden. pozitif ırkçılık diye bir şeyi keşfediyor ve aşka inanmadıkları için sokaktaki herkesi küçümsüyordum. ben aşka inanmış, sonunda kazanmıştım ve en geç bu akşam acayip sevilecektim. bununla gurur duydum, özgüvenim tavan yapmıştı. hazırlık yapacak olmasam bunların arasına karışmazdım ya, neyse. acayip aşıktım ve dışarıda başıboş gezinen kadınlara göz ucuyla bile bakmıyordum. böylesine ulvi kabul ettiğim bir noktada durabildiğim için kendimi şövalye ilan ettim. demek, bana arada bir “şövalyem” demesi bundandı.
ilk evvela bankamatiğe gittim. hesabımda kapı gibi 375 milyonum beni bekliyordu. 150’siyle kredi kartını yatırıp kredi kartını kullanmaya başlayabildiğimde sınırsız param olacaktı ve herşeyi gerçekleştirebilecektim. garanti’nin “tek hesap” mevzusundan “-200″e düşme hakkım olduğundan, bir yere gidersek eğer nakit sıkıntısı da yaşamayacaktım. “mayıs’ta nakit sıkıntısı” isimli bir filme malzeme olmak istemezdim açıkçası herbırt.
bu arada gidip evin ve dış kapının anahtarlarından birer kopya yaptırdım. anahtarları ona verecektim. bu sayede belki de bir gün, biz sözleşmeden, gizlice gelip kapıyı açacak, içeri girecek, ben uyurken gelip bana sarılacak ve yalnız olmadığımı gösterecekti. bu, o ana kadarki hayatımın doruk noktası olurdu herhalde. “insanı çarpan bir elektrik akımı gibi aşklarım da beni çarptı, onları yaşadım, hissettim, fakat görmeyi ya da düşünmeyi asla başaramadım.” diyen proust’a harbiden üzülüyordum. bir zafer peker şarkısı romantizmiydi belki ama “bir sabah karşımda aşkı görmek istiyordum” ve zaten ondan başka bir şey düşünemiyordum. anahtar, bunun anahtarı olacaktı. buna tüm varlığımla inanıyordum.
diğer ufak tefek alışverişleri yaparken bir yandan da “bahçedeki kediler”i düşünüyordum. “kedilerin tecavüzü”nü kameraya çekip bu doğaüstü olayı insanlıkla paylaşmak istiyor, tecavüze uğrayan kedinin acısını paylaşıyordum. yolda bunu düşünürken “hayvan alemi biğiğir hooooş, sarııı kedii amman, sarı kediii aman, deli-veranceğğ” diye bir türkü tutturdum. deliverance’in aklıma gelmesiyle bünyemi saran insanlıktan tiksinme duygusu yerini, bu akşamdan itibaren, önümüzdeki beş günün safi saf, hep bi içten ve hayli ulvi sevilmeyi; ve tüm varlığını armağan derek sevmeyi yaşamanın tarihe, en azından kişisel olarak bildiğim tarihe, en önemli tarihi olay olarak yazılacağı düşüncesine bıraktığında markete girmiştim zaten.
marketofobimden dolayı marketlere girmekte zorlandığımdan, “endi market” beni en az geren marketti. sakindi, küçüktü, hem biraz öğrenci işiydi ve hem de alkol satıyordu. genelde oraya gidiyordum ama bu defa kaliteden şaşmayacağımdan dev tanşaş’ı gözüme kestirmiştim. buzdolabında hazır bulunup, her ihtiyacımızı karşılayacak tüm eksikleri aldım. “yalnızlık kalesi”ni evrenin en şahane aşk mabedine dönüştürecek her şey hazırdı; kokular, mumlar, sıvı el sabunu ve tabii sefil sarhoşluğunun bildiği bütün içkiler: tekel votka, iki şişe güzel marmara ve aristokrat imajından ödün vermemek adına paraya kıyıp bir şişe kavaklıdere. 250 lira falan tuttu. “olsun lan çalışır öderiz” dedi biri, öbür yarımdan desteği de almışken, verdim kredi kartını, tek çekimde ödedim. “heyyyt. alışveriş yaptım lan ben marketten. aşkım için, markete bile girdim.” hem benim, hem de öbür yarım için bir dönüm noktasıydı.
eve dönüşte pasajdaki elektrikçiye uğradım. şans yaverin yanındaydı yine. ikinci el, yeni bir elektrikli su ısıtıcıyı hemen takabilecekti elektrikçi. onunla birlikte eve geldik. banyodaki ihlas’ı bir çırpıda söktü ve işe girişti. kendi hariç tüm elektrikçileri aforoz ediyordu. evin tesisatınını beğenmemişti:
- abi bak burda 3,5 kablo kullanmış bu burayı dayandırmaz.
- olsun abi, şofben alacağım zaten bu geçici.
- abi bak, burdaki kablo telefon kablosu gibi bir şey, bu ihlas’ın termostatı yok, allah’tan yangın çıkmamış. hüüüamına koydumun adamı, üç kuruş kâr etmek için insanların canıyla oynuyorlar bunlar.
- hüüüamınagoyin abi, ev sahibi kendi çekmiştir kabloyu, cimri gıcık bi herif.
- he tanıyorum, hüseyin abinin evi bura, biliyorum ben ya, 25 senelik komşum benim.
- ha işte evet abi iyi bi adam. işte onunla konuşup şofben taktırayım diyorum.
- sen şeyap, ben montajını yaparım, dükkânın kartı var mı sende, gelmene gerek yok abi ararsın ben gelir takarım.
- aliym abi kartı, o zaman ariym ben seni.
- kart yok da yanımda, elimde iş var şimdi, bi kağat varsa yaz ikiyüzyirmi…
- ha, dur usta alıym geliym bi dakka.
kağıt almaya giderken “kendini pazarlama konusunda amatör, özgüveni üstdüzey esnaf” konusunu ekşi sözlük’te irdelemem gerektiğini düşündüm. ama başlık bu olmamalıydı.
- abi prizde sorun var. ha, yaz abi ikiyüzyirmi vesaire vesaire…
“the one” elektrikçi abi prizle uğraşırken ben kılkuyruk ev sahibi sonradan ister diye 25 milyonluk ihlas ısıtıcıyı gözü rahatsız etmeyecek bir yere saklamaya gittim. salon çöplüktü zaten. salonda herhangi bir yere bırakabilirdim. ne de olsa salon benim yaşama alanıma dâhil değildi. ama benim odam; kral suiti olacaktı.
elektrikçi abi işini bitirdiğinde suyu test ettik. bu evde, sıcak su. dönüm noktası iki. medeniyetle tanışıyordum. duvardaki prizi sökmüş ve ellerime medeniyeti, ucu çıplak iki faz halinde teslim etmişti. onları duvardaki deliklere nasıl sokmam gerektiğini, artıyı eksiyi anlattı. duvardaki deliklere de kalemle artıyı eksiyi işaretledi. ters sokarsam çeşitli sorunlar olma ihtimalinin altını çizdikten sonra, taktığı aletin iki katı işçilik ücretini de alarak evden ayrıldı.
buzdolabını tıka basa temizledim. kendi dişlerimi bile bu kadar özenli temizlemiyordum. bende bu temizleme potansiyeli olduğu halde anneme evi temizlerken hiç bu kadar detaylı temizlik yaparak yardım etmediğimi anımsadım. onun buzdolabındaki pislikleri temizleyip, aynı böyle biriktirsem ve göstersem, benimle gurur duyar, dayanamaz ağlardı eminim. annemi fena özlemiştim. hayatımın annesizlik evresinin, karakterim üzerinde ödipal dönem veya anal evreden çok daha fazla etkili olacağı kesindi. “sevilmek iyiydi, güzeldi ama karşılıksız sevilmek de apayrıydı lan.” diyen ve benimle hep lanlı lunlu konuşan içimdeki ses annemi arayıp, onu biraz onu sesimle sevmemi öğütlese de artık farklı bir boyuta geçen bu bahçede sararan ataerkil duygulara yer yoktu. en azından bugünlük.
o, uçağa binmeden evvel, son telefon görüşmemizi yaptık. kıçıma sürat motoru takmam gerektiğini işaret eden görüşme saatini takiben yaklaşık dört saatim vardı. kısa bir süre, mutfağın apartmanın rögarına bakan penceresinin altındaki duvara yaslanıp “o”nun mükemmelliğine, aşkını sunuşuna, onsuz bir dünyanın tahammül edilemezliğine otobüsler kaldırdım. otobüsteki tüm yolcularla öpüp koklaşıp vedalaşarak otobüsten inmeye hazırlanırken zilin çalmasıyla hızla otobüsten inip kapıya koştum. gelen tomturbaz’dı. hemen mevzuuya girdi:
- nağber yakışıklı?
- şu verdiğin motivasyon bugün en lazım olan şey biliyon mu?
- hayırdır, neşeliyiz bugün?
salakça gülümsedim.
- salakça gülümsedin…
tekrar salakça gülümsedim. pis pis sırıtarak, ortamı kendine getirdi:
- he he… kovayı bi doldurabilir miyiz?
- boşa koysam dolar mı dersin?
- doldurup versen daha iyi, ben de alır giderim. daha şimdi burdan üç apartmana gideceğim, onlar bitinc…
- hemmen geliyorum.
tomturbaz’ı içeri çağırıp sevincimi paylaşabilirdim. zira halimi, neşemi, bu kutsanmış halimi birinin bilmesi, görmesi lazımdı. “dünyada böyle bi aşk yok lan” diyen bir ses habire içimde bağırırken, benim buna inanmamam ve bunu dünyaya göstermek istemem kadar doğal bir şey yoktu herhalde. ama ihtiyacım olan herşeye sahip olduğumdan dolayı, tomturbaz’ı ve dâhi tüm insan ırkını sallamıştım. hızla kovayı doldurup teslim ettim ve “kolay gelsin, hadi görüşürüz cyrano” diyerek kapıyı kapattım.
son sürat odama gidip mumları yerleştirdim. “benim balonlarım vardı” diye düşünüp, balonları şişirdim ve odaya gelişigüzel dağıttım. ortalama ayda bir kez yorganını düzelttiğim yatağımın nevresimini değiştirip, annemin yeni evimin eve benzediğini sanarak verdiği, kendisi için kuşak kuşak, tepe bayır, paso hüzün ifade eden yatak örtüsünü hiç gerekmeyeceğini, üstelik zaten “o”nun da hiç gelmeyeceğini sanarak sakladığım yerden çıkardım. ütülüydü ve onu örttüğümde yatağımın bende çilehane olarak imgelenen görüntüsü, son derece modern, özenli, anlamlı bir hale bürünmüştü. odam bir başka olmuştu. yerleri sildim. halıfleksteki kılları tırnaklarımla topladım. sonsuza kadar sürebilirdi, topak topak kıl, tüy, yün; içerisinde cips parçaları, çekirdek kabukları, burun tatakları ve desert eagle mermileriyle birleşerek gittikçe büyüyordu. bu kadarının yeterli olduğuna karar verip biriken pisliği atmak üzere banyoya gittiğimde, ona “seni bir daha görene kadar sakallarımı kesmeyeceğim” diyerek kendimce bir kurusıkı şov biznısa giriştiğimden beri sakallarımın ne derece uzadığını fark ettim. kılların içinden iki tane göz bana bakıyordu. onu havaalanında karşılarken, ona beni ilk kez takım elbiseyle görme keyfini yaşatma süprizim bu kıllar yüzünden fiyaskoyla sonuçlanabilirdi. zira dâhil olduğu tarikattan son anda caymış ama duruşmaya çıkmadan önce tıraş olursa dikkat çekeceği için tıraş olmayıp, yine de hakime düzgün görünmek adına simgesel kıyafetini bırakıp takım elbise giymiş bir aczmendi gibi görünecektim. tırnak keseceğiyle permatiğin kenarındaki platikleri kesip, jileti istediğim keskinliğe getirerek sakalımı düzlemeye başladım. plastikleri keserken yanlışlıkla jiletin de ucundan bir parça kestiğim için şekli bozulan jilet yüzümde her kaydırışımda bir kesik atıyordu. sakallarımdan kanlar süzülüyordu. lâkin sakalı düzeltmeye o kadar odaklanmıştım ki kanlar umrumda değildi. tıraş bittiğinde işportacıdan tırnak makasıyla birlikte aldığım kan taşıyla kanayan yaralarımı dağladım. yakıyordu. suratıma kolanya sürdüm, fön makinesiyle kanımı kuruttum. dışarı çıkmam gerekiyordu ama yüzümü de evde bırakmak zorundaydım.
dışarı çıkacak halde değildi. yaraları örtsün diye pudrayla bir şeyler denedim. kapağı bozuk olduğu için pudra olduğu gibi, en fiyakalı pijamama döküldü ve artık herşey bembeyazdı. eğer orada halam olsaydı, yere pudra dökülmesiyle ilgili mutlaka olumlu bir şey söylerdi: “ansızın en güzel pijamaya pudra dökülmesi, aşk hamuruyla yoğurulacağına işarettir”, “sakaldan süzülüp yeri kaplayan beyaz pudraya damlayan kan hem hoş bir görüntü oluşturur hem de dudaktan öpüleceğine delalettir” derdi mesela. buna çok ihtiyacım vardı. ya da “oğlum ziytin çekirdaanı yutma südüklüğüne daş durur” diyebilirdi. bunu ihtiyacım olsun veya olmasın sürekli söylüyordu zaten. en önemli sözüydü benim için sarf ettiği.
herşeyi temizledim, pijamayla bayağı uğraştım. fiyakalı takım elbiseleri çektim. yüzüm biraz kesik olsa da, yılan gibiydim lan. “yılan gibisin lan” dedi. “sen mi ben mi?” diye sordum. ikimiz kafa kafaya verip “aslansın, kaplansın, kralsın, yakışıklısın, yürü be” gazlarıyla özgüveni üst seviyelere çektik. hemen köşedeki çiçekçiye koştum. oradan çeşit çeşit çiçekler aldım, geldim, odama giden yolu efsanevi bir biçimde dekore ettim. evvelce aldığım hediyeleri dar odanın ancak benim bilebileceğim gizemli yerlerine sakladım. ben yokken eve biri gelir, içkileri lüpletir diye, içkileri de odaya transfer ettim. yola çıkmak için hayli gecikmiştim ve nakit tükenmişti. taksiden başka çarem yoktu havaalanına yetişmek için. takım elbisenin verdiği beyefendiliği bir kenara bırakıp, 6-7 taksiyle pazarlık yaptım. sonunda biriyle anlaşıp havaalanına gittim.
beklerken yaşadığım heyecanın bir benzerinin daha bir ömürde olabileceğini sanmıyorum. tam da saf aşkı kucaklayacak olmanın yarattığı aura beni transandantal bir yolculuğa çıkarmışken, kapı açıldı ve etraftaki herkes, herşey dondu. sadece biz hareket ediyorduk koca havaalanında. bir çocuğun donmakta zorlandığını görüp ona izin verdim hareket etmesi için. arka planda, neşeli, başıboş bir çocuk, dramatik altyapıyı kuvvetlendirmişti. geldi, koştu, koştum, koştuk, güm diye çarpışarak sarıldık. burada alkış lâzımdı aslında ama o anın bizim olmasını istediğim için, diğerlerini aktivasyon key’lerini girmeyip, onları biraz daha donmuş durumda bekletmeyi yeğledim. bu ara çocuğu da dondurdum. çünkü onu dudağından öpmek için içimde artık karşı koyamadığım bir istek vardı, bu olacaktı, demek ki böyle oluyordu, demek ki, o öpücük, kendiliğinden oluyor ve olmasını hiçkimse engelleyemiyordu. bizim oralarda dudaktan öpüşmek, televizyon filminde olsa bile, gözlerimizi ellerimizle kapatmamızı gerektiren, ayıp bir şeydi. arkaplandaki çocuk, daha üç yaşında bu travmayı kaldıramazdı.
tekrar taksiyle eve dönerken, kutlu aşkın, kudretli bir sihirbaz gibi dünyayı yok edişine şahit oldum. bizden başka kimse yaşamıyordu dünyada, haberim yoktu. onun için de böyle olduğunu hissedebiliyor; bana sığınışıyla, kollarımın altına girişiyle, ona kanat gerişimle romantizm denen şey yeniden tanımlanıyordu. ara ara “of” çeken taksicinin varlığını hissettirişiyle, şoför kardeşimizin de, bize “ulan ne aşkmış bu be!” dercesine baktığını idrak edebiliyorduk. dikiz aynasından kendime baktım. takım elbise ve bu sakal hayatımdaki en rezil halimdi.
mutluluğun tüm inanç olasılıklarını yok ettiği, aşkın, “aslında neye inanmalıyım?“ın cevabını verdiği bir gece sonunda, ben, onun bana ta oralardan getirdiği, hayatımda ilk kez içtiğim “yeni” içkileri onunla içmiş olmaktan dolayı bayağı huzurluydum. beni ahmet kaya ve orhan gencebay dinlerken sevdi. uykusu geldi. onu uyuttum. adını duymuş olmama rağmen o gece ilk kez içtiğim martini’nin bundan sonrasında bizim için bambaşka bir anlamı olacaktı. bir şişe martiniyi onu uykusunda severken içtim. ara sıra, uzaktan gelen bir sevgiliyi beklemenin, belki de yakında olan bir sevgili ile daima birlikte olmaktan çok daha aşk dolu, çok daha yüce bir duygu olduğunu düşündüm. uyandığında, bana bu “bekleme” sürecinin, aşkı bekleme süreci olduğunu ve ara sıra yaşanması gerektiğini ama aynı zamanda, aşık olduğun insanla birlikte olmanın asıl huzur, asıl mutluluk, asıl anlam, asıl varlık olduğunu öğretti.
bahçede erik yedik.
o gittiği gün ben de işe gittim ve döndüğümde tecavüze maruz kalan kedi, camdan odama girip, yatağımın altına yavrulamıştı.
yavru kedileri dışarı çıkarıp, yatağın altını temizlemiştim; arabesk bir playlist’le arta kalan şarapları bitirmeye çalışırken saate baktım. saat daha 10 buçuktu ve bir şekilde sızmazsam, yatağa girip uyumaya çalışmak işkence olabilirdi. saatlerce hayal kurdum. saat daha 10 buçuğu bir geçiyordu ve onu en erken altı ay sonra tekrar görebilecektim. aradım. anlattım.
sızdım.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder