30 Haziran 2011 Perşembe
29 Haziran 2011 Çarşamba
Renkli Şehir'de
Dağların arasındaki vadinin en derin yerinde geniş bir düzlük vardı. Bu düzlükte hayvanların hep bir arada yaşadığı büyük bir kasaba vardı. Hayvanlar buraya Renkli Şehir ismini vermişlerdi. Çünkü bu büyük kasabada her şeyin bir çok rengi vardı. Çiçekler çok renkliydiler, ağaçlar da öyle. Çimenler çok renkliydiler, hayvanların kendileri bile çok renkliydiler. Her renkten, her sest
en canlı burada huzur içinde yaşarlardı.
Renkli Şehir'de hastalanan ya da yaralanan hayvanlar için rengarenk bir hastane vardı.
Sonra hayvanların ihtiyaçlarını karşılamak için rengarenk bir market ve bir de dondurmacı vardı. Her hayvanın evi başka bir biçimde ve başka bir renkteydi.
Rengarenk oyuncakları olan renkli bir lunapark vardı. Bütün hayvanlar burada eğlenir, oyunlar oynarlardı.
Renkli hayvan şehrine hiçbir insan gelmezdi. Çünkü bu dağların arasındaki derin vadinin dibine kadar hiç kimse inemezdi. Dağların içinden geçen gizli yolu da kimse bilmezdi.
Renkli şehre sadece Aydede, nadiren bir çocuk getirir, çocuk şaşkınlıktan ağzı bir karış açık, şehri gezer, bütün hayvanlarla tanışır, oyunlar oynar, eğlenirdi. Sonra Aydede çocuğu tekrar geri götürürdü.
O sabah aydede yine sırtında küçük bir çocukla çıkagelmişti. Ayılar ve kurtlar ırmakta balık avlıyor, aslanlar güneşleniyorlardı.
Renkli şehrin en yaşlısı olan Aksakal Aslan, "Hoş geldin Aydede, bu seferki misafirimiz kimmiş bakalım" dedi.
Aydede sırtındaki çocuğu yere indirerek, Aksakal aslan'ın yanına oturdu.
"Bu çocuk ekin'in erkek kardeşi Oğulcan" diyerek tanıştırdı Oğulcan'ı
Aksakal Aslan, "Memnun oldum Oğulcan" diyerek çocuğun suratını yaladı.
oğlcan, "Buranın kralı sen misin?" diye sordu Aksakal Aslan'a.
Aslan gülerek, "Hayır, burada kral yoktur, burada bütün hayvanlar barış ve huzur içinde yaşarlar. Kimsenin de kral olma isteğinin olduğunu sanmıyorum" dedi.
Aydede, "Oğulcan, her yerde bir kral olduğunu zannediyor ve her zaman da erkeklerin kral olduğunu düşünüyor" dedi ve devam etti, "bu yüzden arkadaşlarıyla sürekli kavga ediyor, ablası ve kız arkadaşlarına hiç saygı göstermiyor" dedi.
Aksakal Aslan şaşkınlıkla, "Gerçekten mi?" diye sordu. "Böyle bir şeyi de ilk kez duyuyorum, nereden çıkardı acaba bu düşüncelerini" diye merakla sordu Aydedeye
Aydede çocuğa dönerek, "sen ne diyorsun Oğulcan" dedi.
"Bütün filmlerde kral var ve bütün filmlerde erkekler en güçlüdür, ben de bütün kızlardan daha güçlüyüm, ablamdan bile" diye cevap verdi Oğulcan.
Aksakal Aslan yine kahkahalar güldü, "Sizin filmlerinizi bilmem ama burada öyle değil Oğulcan" diyerek devam etti, burada birbirimize karşı güce ihtiyacımız yoktur. Renkli şehirde güç, sadece çalışırken ve eğlenirken işimize yarar. Toprağı kazarken,eşyaları taşırken ve koşuştururken ayaklarımız için.
"Bu sohbet için teşekkür ederiz aksakal Aslan" dedi Aydede, "Müsaade edersen, Ben Oğulcan'a renkli şehri gezdirmek istiyorum.
Oğulcan'da Yaşlı aksakal'a eğilerek selam verirken, "Sizi tanıdığıma çok sevindim Aksakal Amca. Aslan görünce çok korkacağımı sanırdım ama beni hiç korkutmadınız, teşekkür ederim" dedi ve Aydedeyle dolaşmaya çıktı.
Dışarıda çok güzel bir güneş tüm renkli şehir halkını ısıtıyordu. Anne ve baba hayvanlar birlikte çalışıyor, birbirlerine yardım ediyorlardı. Erkek ve kız çocuklar anne ve babalarına yardım ediyorlar ya da birbirleriyle neşe içinde oynuyorlardı.
Aydede, Oğulcan'a gezdikleri yerlerde çalışan, dinlenen, oynayan renkli hayvanları gösteriyor ve şöyle diyordu, "Görüyor musun, burada kimse kimseye emie vermiyor, zorlayarak bir şey yaptırmaya çalışmıyor. Anneler babalar birbirine yardım ediyor, erkek kardeşler ablalarına yardım ediyor ve onların sözlerini dinliyorlar. Annesine saygısızlık yapan hiçbir çocuk gördün mü? Oysa burada her türden hayvan var değil mi?"
Oğulcan hala şaşkınlıkla masal ülkesine benzeyen bu şehri seyrediyordu. Sonra Renkli Şehrin, renkli marketine girdiler. İçeride gezindiler. Renkli Şehrin, renkli hayvanları, dışarıda çalışarak elde ettikleri yiyeceklerin ve eşyaların fazlasını diğer hayvanlara lazım olur diye, getirip görevli kaplumbağalara teslim ediyorlardı. Bazı hayvanlar ise gelip ihtiyaçları olan, yiyecek ve eşyaları soruyorlar, varsa kendilerine yetecek kadar alıp gidiyorlardı.
Aydede, Oğulcan'a, "Bak, buradaki çocuklar hiç anne ve babalarına şunu da al, bunu da al, şunu da isterim, bunu da diye baskı yapıyorlar mı?, ağlayıp duruyorlar mı?"
Oğulcan utanarak bu soruya cevap vermedi.
Aydede, "Dilerim bundan sonra marketlere, bakkallara girdiğinde ablanı, anneni ve babanı her şeyden almaları için sıkıştırmazsın" dedi.
Oğulcan'ın gözleri rengarek şekerlerdeydi. Aydede bunu gördü ve, "İstediğini alabilirsin Oğulcan, ancak sadece bir tane" dedi, "Yoksa hem dişlerin çürür, hem de miden ağrır. Sonra yemek de yiyemez hasta olursun"
oğulcan peki anlamında başını salladı.
Sonra Aydede Oğulcan'ı sırtına alıp, evine götürmek için şehrin üzerine doğru yükseldi. Oğulcan şehirdeki bütün renkli hayvanlara el sallayarak, "Hoşçakalın" diye bağırdı ve Aydedenin sırtında bulutlara doğru yükseldi.
Renkli Şehir'de hastalanan ya da yaralanan hayvanlar için rengarenk bir hastane vardı.
Sonra hayvanların ihtiyaçlarını karşılamak için rengarenk bir market ve bir de dondurmacı vardı. Her hayvanın evi başka bir biçimde ve başka bir renkteydi.
Rengarenk oyuncakları olan renkli bir lunapark vardı. Bütün hayvanlar burada eğlenir, oyunlar oynarlardı.
Renkli hayvan şehrine hiçbir insan gelmezdi. Çünkü bu dağların arasındaki derin vadinin dibine kadar hiç kimse inemezdi. Dağların içinden geçen gizli yolu da kimse bilmezdi.
Renkli şehre sadece Aydede, nadiren bir çocuk getirir, çocuk şaşkınlıktan ağzı bir karış açık, şehri gezer, bütün hayvanlarla tanışır, oyunlar oynar, eğlenirdi. Sonra Aydede çocuğu tekrar geri götürürdü.
O sabah aydede yine sırtında küçük bir çocukla çıkagelmişti. Ayılar ve kurtlar ırmakta balık avlıyor, aslanlar güneşleniyorlardı.
Renkli şehrin en yaşlısı olan Aksakal Aslan, "Hoş geldin Aydede, bu seferki misafirimiz kimmiş bakalım" dedi.
Aydede sırtındaki çocuğu yere indirerek, Aksakal aslan'ın yanına oturdu.
"Bu çocuk ekin'in erkek kardeşi Oğulcan" diyerek tanıştırdı Oğulcan'ı
Aksakal Aslan, "Memnun oldum Oğulcan" diyerek çocuğun suratını yaladı.
oğlcan, "Buranın kralı sen misin?" diye sordu Aksakal Aslan'a.
Aslan gülerek, "Hayır, burada kral yoktur, burada bütün hayvanlar barış ve huzur içinde yaşarlar. Kimsenin de kral olma isteğinin olduğunu sanmıyorum" dedi.
Aydede, "Oğulcan, her yerde bir kral olduğunu zannediyor ve her zaman da erkeklerin kral olduğunu düşünüyor" dedi ve devam etti, "bu yüzden arkadaşlarıyla sürekli kavga ediyor, ablası ve kız arkadaşlarına hiç saygı göstermiyor" dedi.
Aksakal Aslan şaşkınlıkla, "Gerçekten mi?" diye sordu. "Böyle bir şeyi de ilk kez duyuyorum, nereden çıkardı acaba bu düşüncelerini" diye merakla sordu Aydedeye
Aydede çocuğa dönerek, "sen ne diyorsun Oğulcan" dedi.
"Bütün filmlerde kral var ve bütün filmlerde erkekler en güçlüdür, ben de bütün kızlardan daha güçlüyüm, ablamdan bile" diye cevap verdi Oğulcan.
Aksakal Aslan yine kahkahalar güldü, "Sizin filmlerinizi bilmem ama burada öyle değil Oğulcan" diyerek devam etti, burada birbirimize karşı güce ihtiyacımız yoktur. Renkli şehirde güç, sadece çalışırken ve eğlenirken işimize yarar. Toprağı kazarken,eşyaları taşırken ve koşuştururken ayaklarımız için.
"Bu sohbet için teşekkür ederiz aksakal Aslan" dedi Aydede, "Müsaade edersen, Ben Oğulcan'a renkli şehri gezdirmek istiyorum.
Oğulcan'da Yaşlı aksakal'a eğilerek selam verirken, "Sizi tanıdığıma çok sevindim Aksakal Amca. Aslan görünce çok korkacağımı sanırdım ama beni hiç korkutmadınız, teşekkür ederim" dedi ve Aydedeyle dolaşmaya çıktı.
Dışarıda çok güzel bir güneş tüm renkli şehir halkını ısıtıyordu. Anne ve baba hayvanlar birlikte çalışıyor, birbirlerine yardım ediyorlardı. Erkek ve kız çocuklar anne ve babalarına yardım ediyorlar ya da birbirleriyle neşe içinde oynuyorlardı.
Aydede, Oğulcan'a gezdikleri yerlerde çalışan, dinlenen, oynayan renkli hayvanları gösteriyor ve şöyle diyordu, "Görüyor musun, burada kimse kimseye emie vermiyor, zorlayarak bir şey yaptırmaya çalışmıyor. Anneler babalar birbirine yardım ediyor, erkek kardeşler ablalarına yardım ediyor ve onların sözlerini dinliyorlar. Annesine saygısızlık yapan hiçbir çocuk gördün mü? Oysa burada her türden hayvan var değil mi?"
Oğulcan hala şaşkınlıkla masal ülkesine benzeyen bu şehri seyrediyordu. Sonra Renkli Şehrin, renkli marketine girdiler. İçeride gezindiler. Renkli Şehrin, renkli hayvanları, dışarıda çalışarak elde ettikleri yiyeceklerin ve eşyaların fazlasını diğer hayvanlara lazım olur diye, getirip görevli kaplumbağalara teslim ediyorlardı. Bazı hayvanlar ise gelip ihtiyaçları olan, yiyecek ve eşyaları soruyorlar, varsa kendilerine yetecek kadar alıp gidiyorlardı.
Aydede, Oğulcan'a, "Bak, buradaki çocuklar hiç anne ve babalarına şunu da al, bunu da al, şunu da isterim, bunu da diye baskı yapıyorlar mı?, ağlayıp duruyorlar mı?"
Oğulcan utanarak bu soruya cevap vermedi.
Aydede, "Dilerim bundan sonra marketlere, bakkallara girdiğinde ablanı, anneni ve babanı her şeyden almaları için sıkıştırmazsın" dedi.
Oğulcan'ın gözleri rengarek şekerlerdeydi. Aydede bunu gördü ve, "İstediğini alabilirsin Oğulcan, ancak sadece bir tane" dedi, "Yoksa hem dişlerin çürür, hem de miden ağrır. Sonra yemek de yiyemez hasta olursun"
oğulcan peki anlamında başını salladı.
Sonra Aydede Oğulcan'ı sırtına alıp, evine götürmek için şehrin üzerine doğru yükseldi. Oğulcan şehirdeki bütün renkli hayvanlara el sallayarak, "Hoşçakalın" diye bağırdı ve Aydedenin sırtında bulutlara doğru yükseldi.
Kumdan Kaleler
O gün, güneş erkenden doğmuştu. Ve her yer çok
sıcaktı. Büyükler, çocukların bu sıcakta dışarıda oynamasına izin vermemişlerdi, çünkü güneşin altında çok fazla kalırlarsa hasta olabilirlerdi. Fakat evler de çok sıcaktı. Mahallenin bütün çocukları birbirleriyle pencerelerden, balkonlardan haberleşerek denize gitmeye karar verdiler. Bu sıcakta hem eğlenebilecekleri hem de serinleyecekleri tek yer orasıydı. Anne ve babalarını da ikna ettikten sonra, hazırlıklarını yapıp, sevinçle yola koyuldular.
Bir tarafı orman olan deniz kıyısına geldiklerinde, bütün çocuklar neşeli çığlıklar atarak denize koştular. Bir süre yüzüp, oynadıktan sonra, kumsala çıkıp, kumdan çeşitli şekiller yapmaya başladılar. Evler, tepeler, dağlar ve hayvanlar yaptılar. Fakat hepsinin birleşip, kumdan yaptıkları bir kale vardı ki, gerçekten de görülmeye değerdi.
Çocukların hepsi bu kaleyi yapmak için canla başla çalışmış ve kocaman bir eski zaman kenti yapmışlardı.
Akşam olup eve dönme vakti geldiğinde, çocuklar çok üzüldüler, çünkü kalenin surları henüz tamamlanmamıştı.
Anne babalarına yalvardılar, "Ne olur gitmeyelim, bu kumdan kenti tamamlayalım" diye. Fakat vakit çok geç olmuş, neredeyse karanlık çökmek üzereydi. Sonunda büyükler ertesi gün tekrar gelmeye söz vererek çocukları ikna ettiler ve toplanıp evlerine döndüler.
Artı gece olmuş, Aydede dolaşmaya çıkmıştı. Fakat o da ne. Gökyüzünün her tarafında kara kara bulutlar telaşlı ve üzgün dolaşıyorlardı. Aydede, hayretle bulutlara yaklaştı, "Niçin bu kadar üzgünsünüz, ne oluyor size?" diye sordu.
Genç bulutlardan biri, "Bu akşam hava bizim yüzümüzden kapalı" dedi.
Aydede anlamamıştı, "Böyle şeyler her zaman olur çocuklar, buna neden üzüldüğünüzü anlamadım" dedi.
Başka bir genç bulut, "Ama biz, beyaz bembeyaz bulutlardan değiliz Aydede" diye cevap verdi.
Aydede gene anlamamıştı. "Eeeee ne olmuş" dedi.
Yine genç bir bulut, "ama Aydede niçin anlamıyorsun? Biz çok doluyuz, bu yüzden de yeryüzüne yağmur bırakacağız" dedi.
Aydede, "Üzüldüğünüz şeye bakın, çocuklar yağmuru sever bir kere" diye yanıtladı.
Bu sefer çocuk bulut konuştu, "Ama Aydede o kadar doluyuz ki, yağmur bıraktığımız zaman aşağıda seller olacak. Bugün çocuklar deniz kıyısında çok uğraşıp kumdan kaleler yaptılar. Yarın gelip tamamlayacaklardı" dedi ve devam etti, "Eğer biz içimizdeki tüm yağmurlar boşaltırsak, çocukların yaptığı her şer yerle bir olacak".
Aydede, "Haaa, öyle mi" dedi şaşkınlıkla, "Bu gerçekten de ciddi bir durum. Peki ne yapabiliriz?" diye sordu.
Çocuk bulut, "Bizde saatlerdir bunu düşünüyoruz, ama bir çözüm bulamadık" dedi.
Sonra hep beraber düşünmeye başladılar.
Sonunda Aydede, "Buldum" diye bağırdı. "Siz yağarken ben de sizi üflerim. Siz hem yolculuk yapıp, hem de yağarsınız, Böylece çocukların kaleleri de zarar görmez" dedi.
Bütün bulutlar bu fikre çok sevindiler.
Ama çocuk bulut, "Aydede biz çok kalabalığız, üstelik ağırız. Hepimizi birden nasıl üfleyip, hareket ettireceksin" diye sordu.
Aydede, "Sen o işi bana bırak. Ve ne kadar güçlü olduğumu da gör. Ben her sabah bir bardak süt ve yine her akşam bir bardak süt içiyorum. Bu yüzden çok güçlüyüm" dedi.
Sonra bulutlar sabaha kadar yağmur yağdırdılar. Aydede hiç durmadan,yorulmadan onları üfledi. Bulutlar sürekli hareket ettiklerinden sadece bir yere yağmadılar. Hepsi de çok yoruldu.
O gece bütün çocuklar yataklarında üzüntüyle yağmurun sesini dinlediler. Ertesi sabah büyüklerinin tüm uyarılarına rağmen, onları yine ikna edip deniz kıyısına koştuklarında hepsi çok şaşırdılar. Yaptıkları bütün evler, ağaçlar, hayvanlar ve o kocaman kale yerli yerinde duruyordu. Büyükler bu işe bir anlam veremediler ama çocuklardan biri bağırdı, "Bu Aydede'nin işi. O bizi çok seviyor, bizim için onları korudu"
Çocuklar hep bir ağızdan, "Yaşasın Aydede" diye bağırdılar.
Aydede, gökyüzünde çocukların neşeli çığlıklarını gülümseyerek dinliyor ve yorgunluğunun tadını çıkarıyordu
Bir tarafı orman olan deniz kıyısına geldiklerinde, bütün çocuklar neşeli çığlıklar atarak denize koştular. Bir süre yüzüp, oynadıktan sonra, kumsala çıkıp, kumdan çeşitli şekiller yapmaya başladılar. Evler, tepeler, dağlar ve hayvanlar yaptılar. Fakat hepsinin birleşip, kumdan yaptıkları bir kale vardı ki, gerçekten de görülmeye değerdi.
Çocukların hepsi bu kaleyi yapmak için canla başla çalışmış ve kocaman bir eski zaman kenti yapmışlardı.
Akşam olup eve dönme vakti geldiğinde, çocuklar çok üzüldüler, çünkü kalenin surları henüz tamamlanmamıştı.
Anne babalarına yalvardılar, "Ne olur gitmeyelim, bu kumdan kenti tamamlayalım" diye. Fakat vakit çok geç olmuş, neredeyse karanlık çökmek üzereydi. Sonunda büyükler ertesi gün tekrar gelmeye söz vererek çocukları ikna ettiler ve toplanıp evlerine döndüler.
Artı gece olmuş, Aydede dolaşmaya çıkmıştı. Fakat o da ne. Gökyüzünün her tarafında kara kara bulutlar telaşlı ve üzgün dolaşıyorlardı. Aydede, hayretle bulutlara yaklaştı, "Niçin bu kadar üzgünsünüz, ne oluyor size?" diye sordu.
Genç bulutlardan biri, "Bu akşam hava bizim yüzümüzden kapalı" dedi.
Aydede anlamamıştı, "Böyle şeyler her zaman olur çocuklar, buna neden üzüldüğünüzü anlamadım" dedi.
Başka bir genç bulut, "Ama biz, beyaz bembeyaz bulutlardan değiliz Aydede" diye cevap verdi.
Aydede gene anlamamıştı. "Eeeee ne olmuş" dedi.
Yine genç bir bulut, "ama Aydede niçin anlamıyorsun? Biz çok doluyuz, bu yüzden de yeryüzüne yağmur bırakacağız" dedi.
Aydede, "Üzüldüğünüz şeye bakın, çocuklar yağmuru sever bir kere" diye yanıtladı.
Bu sefer çocuk bulut konuştu, "Ama Aydede o kadar doluyuz ki, yağmur bıraktığımız zaman aşağıda seller olacak. Bugün çocuklar deniz kıyısında çok uğraşıp kumdan kaleler yaptılar. Yarın gelip tamamlayacaklardı" dedi ve devam etti, "Eğer biz içimizdeki tüm yağmurlar boşaltırsak, çocukların yaptığı her şer yerle bir olacak".
Aydede, "Haaa, öyle mi" dedi şaşkınlıkla, "Bu gerçekten de ciddi bir durum. Peki ne yapabiliriz?" diye sordu.
Çocuk bulut, "Bizde saatlerdir bunu düşünüyoruz, ama bir çözüm bulamadık" dedi.
Sonra hep beraber düşünmeye başladılar.
Sonunda Aydede, "Buldum" diye bağırdı. "Siz yağarken ben de sizi üflerim. Siz hem yolculuk yapıp, hem de yağarsınız, Böylece çocukların kaleleri de zarar görmez" dedi.
Bütün bulutlar bu fikre çok sevindiler.
Ama çocuk bulut, "Aydede biz çok kalabalığız, üstelik ağırız. Hepimizi birden nasıl üfleyip, hareket ettireceksin" diye sordu.
Aydede, "Sen o işi bana bırak. Ve ne kadar güçlü olduğumu da gör. Ben her sabah bir bardak süt ve yine her akşam bir bardak süt içiyorum. Bu yüzden çok güçlüyüm" dedi.
Sonra bulutlar sabaha kadar yağmur yağdırdılar. Aydede hiç durmadan,yorulmadan onları üfledi. Bulutlar sürekli hareket ettiklerinden sadece bir yere yağmadılar. Hepsi de çok yoruldu.
O gece bütün çocuklar yataklarında üzüntüyle yağmurun sesini dinlediler. Ertesi sabah büyüklerinin tüm uyarılarına rağmen, onları yine ikna edip deniz kıyısına koştuklarında hepsi çok şaşırdılar. Yaptıkları bütün evler, ağaçlar, hayvanlar ve o kocaman kale yerli yerinde duruyordu. Büyükler bu işe bir anlam veremediler ama çocuklardan biri bağırdı, "Bu Aydede'nin işi. O bizi çok seviyor, bizim için onları korudu"
Çocuklar hep bir ağızdan, "Yaşasın Aydede" diye bağırdılar.
Aydede, gökyüzünde çocukların neşeli çığlıklarını gülümseyerek dinliyor ve yorgunluğunun tadını çıkarıyordu
Aydede ve Yangın Çıkaran Volkan
Akşam olmasına rağmen hava hala sıcak sayılırdı. Aydede, her akşam olduğu gibi gökyüzünde geziyordu. Ve yeryüzündeki çocukları kontrol ediyordu. Bu akşa
m keyfi yerindeydi. Çünkü çocuklar da keyifliydi. Kimisi hala dışarıda oynuyordu. Kimisi yorgunluktan çoktan uyumuş, kimisi de yemeklerini yiyiyordu.
Aydede ıslık çalarak gökyüzünde süzülmeye devam etti. Tam o sırada denizin kenarındaki bir kulübeden, yükselen dumanı ve parlayan ateşi gördü. Ardından üç dört çocuk, kulübeden dışarı fırlayıp, bağırmaya başladılar. Kulübenin arkası ormandı ve tepeye doğru evler vardı. Aydede hızla aşağıya doğru süzüldü ve çocukların yanında durdu."Ne oldu çocuklar" dediğinde, bütün çocuklar ancak fark ettiler Aydedeyi. Hepsi bir ağızdan, "Aydede, Aydede içeride Volkan kaldı" diye bağırdılar ve ağlamaya başladılar.
Aydede oldukça küçük olan kulübeye doğru yaklaştı. Çatısından ve kapısından dumanlar çıkıyordu. Aydede, bir bezi denizde ıslatarak yüzüne sardı ve kapıdan içeri girdi. İçeride göz gözü görmüyordu. Sadece oraya buraya koşuşturan bir gölge gördü. Bütün duvarlar ve tavan dumandan kapkara is olmuştu.
Aydede, gölgeye yaklaşıp, yakaladı, "Hey ne yapıyorsun bakalım" dedi. Çocuk arkasını dönüp Aydedeyi görünce, "Aydede nefes alamıyorum, şu ateşi söndürmem lazım" dedi ve bayıldı.
Aydede çocuğu dışarı çıkardığında, bütün çocuklar, "Volkan'a ne oldu" diye bağırıştılar. Aydede cevap vermeden içeri girdi ve dumanı çıkaran ateşin yanına, elinde su dolu bir kovayla yaklaştı. Kovadaki suyu ateşin üstüne boşalttı. Daha çok duman çıktı. Sonra bir kova daha ve bir kova daha boşalttı. Ateş sönmüş, Aydede dışarı çıkmıştı.
"Ateş söndü çocuklar, korkmanıza gerek yok" dedi. Volkan'da kendine gelmiş, tüm çocuklarla birlikte, ayakta Aydedeye bakıyordu. Çocuklar birden gülmeye başladılar. Aydede şaşırmıştı, "Sizi yaramazlar sizi" dedi, "hem kulübeyi yaktınız, hem de eğleniyor musunuz?"
Çocuklar gülmeye devam ederken, Volkan, "Aydede sana gülüyoruz. Çünkü simsiyah olmuşsun" dedi.
Aydede cebinden bir ayna çıkarıp yüzüne baktı ve kendisi de gülmeye başladı. Gerçekten de dumanın çıkardığı isten simsiyah olmuştu.
"Asıl sen kendine bak" dedi Volkan'a, "sen benden de kara görünüyorsun"
Sonra Volkan'ı da alıp denize girdiler ve tüm kirlerini yıkadılar. Hiç üşümediler çünkü hem su, hem de hava hala sıcaktı. Sonra sahilde kumların üzerine oturdular.
"Eeee anlatın bakalım, bu iş nasıl oldu böyle" dedi Aydede.
Burcu , "Aydede Volkan abim hep böyledir. Kibritle, çakmakla oynamayı, mum yakmayı sever" dedi.
Sonra Alaz aldı sözü, "Evet hep ateşle oynuyor, o mum yakmıştı ve biz de sohbet edip, oyun oynuyorduk" dedi.
Deniz atıldı, "Biz sohbet ederken mum devrilmiş ve yatağı yakmış. Ateşi fark ettiğimizde içerisi birdenbire duman olmuştu"
Sonra Eren devam etti, "Ateş büyüyünce biz de hemen kaçtık" dedi.
Volkan utanmış gibi başını öne eğmiş sadece dinliyordu.
Aydede, "Eeee Volkan, sen ne diyorsun bu anlatılanlara" diye sordu.
Volkan sessizce, "Ben mumların yanmasını seviyorum. Oyun kulübemiz o zaman daha güzel görünüyor"dedi ve devam etti, "ama çok dikkat ettiğim için, bir şey olmaz diye düşündüm"dedi.
Aydede, "Ama Volkan olur mu hiç" dedi, "Çocukların kibritle, çakmakla, mumla oynamaları doğru değildir, sen bunu bilmiyor musun" dedi ve devam etti, "Ancak büyüklerin yanındayken ve onlardan izin alarak mum yakabilirsiniz. O da hemen işiniz bitince söndürmek üzere. Şimdi bize bir daha ateşle oynamayacağına dair söz vereceksin" dedi.
Volkan herkese söz verdi, "Bir daha ateşle oynamayacağıma söz veriyorum. Bu oyun kulübesini çok zor yapmıştık. Şimdi ne yapacağız" dedi.
Aydede, "Haydi bakalım çocuklar iş zamanı" dedi ve hepsi birden kulübeyi temizlemeye başladılar.
Sabaha doğru külübe eskisi gibi tertemiz olmuştu.
Volkan bir daha hiç ateşle oynamadı ve tüm çocuklar, o kulübede çok güzel oyunlar oynamaya devam ettiler.
Aydede ıslık çalarak gökyüzünde süzülmeye devam etti. Tam o sırada denizin kenarındaki bir kulübeden, yükselen dumanı ve parlayan ateşi gördü. Ardından üç dört çocuk, kulübeden dışarı fırlayıp, bağırmaya başladılar. Kulübenin arkası ormandı ve tepeye doğru evler vardı. Aydede hızla aşağıya doğru süzüldü ve çocukların yanında durdu."Ne oldu çocuklar" dediğinde, bütün çocuklar ancak fark ettiler Aydedeyi. Hepsi bir ağızdan, "Aydede, Aydede içeride Volkan kaldı" diye bağırdılar ve ağlamaya başladılar.
Aydede oldukça küçük olan kulübeye doğru yaklaştı. Çatısından ve kapısından dumanlar çıkıyordu. Aydede, bir bezi denizde ıslatarak yüzüne sardı ve kapıdan içeri girdi. İçeride göz gözü görmüyordu. Sadece oraya buraya koşuşturan bir gölge gördü. Bütün duvarlar ve tavan dumandan kapkara is olmuştu.
Aydede, gölgeye yaklaşıp, yakaladı, "Hey ne yapıyorsun bakalım" dedi. Çocuk arkasını dönüp Aydedeyi görünce, "Aydede nefes alamıyorum, şu ateşi söndürmem lazım" dedi ve bayıldı.
Aydede çocuğu dışarı çıkardığında, bütün çocuklar, "Volkan'a ne oldu" diye bağırıştılar. Aydede cevap vermeden içeri girdi ve dumanı çıkaran ateşin yanına, elinde su dolu bir kovayla yaklaştı. Kovadaki suyu ateşin üstüne boşalttı. Daha çok duman çıktı. Sonra bir kova daha ve bir kova daha boşalttı. Ateş sönmüş, Aydede dışarı çıkmıştı.
"Ateş söndü çocuklar, korkmanıza gerek yok" dedi. Volkan'da kendine gelmiş, tüm çocuklarla birlikte, ayakta Aydedeye bakıyordu. Çocuklar birden gülmeye başladılar. Aydede şaşırmıştı, "Sizi yaramazlar sizi" dedi, "hem kulübeyi yaktınız, hem de eğleniyor musunuz?"
Çocuklar gülmeye devam ederken, Volkan, "Aydede sana gülüyoruz. Çünkü simsiyah olmuşsun" dedi.
Aydede cebinden bir ayna çıkarıp yüzüne baktı ve kendisi de gülmeye başladı. Gerçekten de dumanın çıkardığı isten simsiyah olmuştu.
"Asıl sen kendine bak" dedi Volkan'a, "sen benden de kara görünüyorsun"
Sonra Volkan'ı da alıp denize girdiler ve tüm kirlerini yıkadılar. Hiç üşümediler çünkü hem su, hem de hava hala sıcaktı. Sonra sahilde kumların üzerine oturdular.
"Eeee anlatın bakalım, bu iş nasıl oldu böyle" dedi Aydede.
Burcu , "Aydede Volkan abim hep böyledir. Kibritle, çakmakla oynamayı, mum yakmayı sever" dedi.
Sonra Alaz aldı sözü, "Evet hep ateşle oynuyor, o mum yakmıştı ve biz de sohbet edip, oyun oynuyorduk" dedi.
Deniz atıldı, "Biz sohbet ederken mum devrilmiş ve yatağı yakmış. Ateşi fark ettiğimizde içerisi birdenbire duman olmuştu"
Sonra Eren devam etti, "Ateş büyüyünce biz de hemen kaçtık" dedi.
Volkan utanmış gibi başını öne eğmiş sadece dinliyordu.
Aydede, "Eeee Volkan, sen ne diyorsun bu anlatılanlara" diye sordu.
Volkan sessizce, "Ben mumların yanmasını seviyorum. Oyun kulübemiz o zaman daha güzel görünüyor"dedi ve devam etti, "ama çok dikkat ettiğim için, bir şey olmaz diye düşündüm"dedi.
Aydede, "Ama Volkan olur mu hiç" dedi, "Çocukların kibritle, çakmakla, mumla oynamaları doğru değildir, sen bunu bilmiyor musun" dedi ve devam etti, "Ancak büyüklerin yanındayken ve onlardan izin alarak mum yakabilirsiniz. O da hemen işiniz bitince söndürmek üzere. Şimdi bize bir daha ateşle oynamayacağına dair söz vereceksin" dedi.
Volkan herkese söz verdi, "Bir daha ateşle oynamayacağıma söz veriyorum. Bu oyun kulübesini çok zor yapmıştık. Şimdi ne yapacağız" dedi.
Aydede, "Haydi bakalım çocuklar iş zamanı" dedi ve hepsi birden kulübeyi temizlemeye başladılar.
Sabaha doğru külübe eskisi gibi tertemiz olmuştu.
Volkan bir daha hiç ateşle oynamadı ve tüm çocuklar, o kulübede çok güzel oyunlar oynamaya devam ettiler.
Aydede ve Küçük Ceylan
Bir varmış bir yokmuş, evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, develer tellal iken, pireler berber iken, ben annemin beşiğini tıngır mıngır sallar iken;
Aydede gökyüzünde ıslık çala çala geziyormuş. Onun ıslığını duyan iki yıldız kardeş kendi aralarında konuşmaya başlamışlar. "Bak," demiş Sarı Yıldız, "Aydede yine çocukları, hayvanları ve ağaçları korumak için nöbet tutuyor" Beyaz Yıldız da, "Acaba bugün nereye gidiyor, soralım mı?" demiş ve hemen atılmış "Aydede, Aydede beni duyuyormusun" diye bağırmış. Ama Aydede duymamış. Bu sefer Sarı Yıldız ve Beyaz Yıldız birlikte bağırmaya başlamışlar "Aydede, Aydede, lütfen bizi duy" Bu sefer Aydede onları duymuş. "Merhaba sarı Yıldız, merhaba Beyaz Yıldız, ne yapıyorsunuz bu saatte dışarılarda bakayım" demiş. Sarı Yıldız atılmış hemen, "Aydede biz annemizden dışarıda oynamak için izin aldık" demiş. "Tamam, o zaman" demiş Aydede. Sonra Beyaz Yıldız atılmış ve "Aydede, Aydede bu gece nereye gidiyorsun böyle" demiş. Aydede "dün gece Çiçekli Dağ'ın yamacında küçük bir ceylan kaybolmuştu. Onu bulup annesiyle babasına götürmüştüm. Biraz yaramaz bir ceylana benziyordu. Geçerken ona bir göz atmaya gidiyorum" demiş. "İnşallah, başına bir şey gelmemiştir, Aydede" demiş Sarı Yıldız. "Hadi, biz de artık yatmaya gidelim" demiş Beyaz Yıldız. İkisi birden "iyi geceler, Aydede" demişler. Aydede de "iyi geceler çocuklar, tatlı rüyalar" diye cevaplamış onları ve yoluna devam etmiş.
Dağa doğru yaklaştığında ağlama sesine benzer bir takım sesler duyduğunu zannetmiş ama tam emin olamamış. Çünkü dağda, sesler, bazen rüzgarın, bazen de yankının şakacılığı yüzünden kulağı yanıltabiliyormuş. Dağın yamaçına iyice yaklaştığında duyduğu seslerin ağlama sesi olduğuna iyice emin olmuş. Hemen seslerin geldiği yöne doğru alçalmış. Bir de ne görsün? Küçük ceylan Çiçekli Dağ'ın vadiye uzanan yamacında bir uçuruma düşmek üzere çırpınıp duruyormuş.. Küçük Ceylan'ın annesi ve babası da aynı uçurumun kenarında yavrularına bakıp ağlıyorlarmış çünkü ellerinden bir şey gelmiyormuş. Sadece "korkma Küçük Ceylan, korkma" diyorlarmış. Küçük Ceylan da korkudan ağlıyormuş çünkü, çok tehlikeli bir yerden düşmüş. Neyse ki, uçuruma değilde, uçurumun hemen kenarındaki bir yarığa düşerek, küçük bir ağaca tutanabilmiş. Ama hareket edemiyormuş; çünkü, ayakta durduğu yer çok darmış. Aydede hemen gökyüzünden süzülerek aşağılara gelmiş ve Küçük Ceylan'ın karşısında durmuş ve "Acaba kim geldiiii" demiş. Küçük Ceylan şaşkınlıkla bağırarak "Aydede, Aydede, yaşasın" diye bağırmış. Aydede bu sefer kaşlarını çatarak "Söyle bakalım küçük yaramaz, bu sefer ne yaptın da buraya düştün" demiş. Bir taraftan da gözleriyle Küçük Ceylan'ın durduğu yeri kontrol ediyormuş Aydede. "Ama Aydede," demiş Küçük Ceylan, "bu sefer benim hiç suçum yok." Aydede, "Peki buraya nasıl düştün, yoksa uykudaydın da burada mı uyandın" demiş. "Ben annemle babama çiçek toplamak için yamaçlara gelmiştim, çok güzel çiçekler topladıktan sonra bir de ne göreyim, en güzel çiçek uçuruma yakın, tehlikeli bir yerde değilmi; ama dikkatli olursam, yavaş hareket edersem ve elimle küçük fidanları tuta tuta gidersem tehlikesiz diye düşündüm. Tam da düşündüğüm gibi oldu. Çok dikkatli hareket ettim, çok yavaş ilerledim, küçük fidanları hiç bırakmadım. Çiçeğin yanına gelince hiç de korktuğum kadar yokmuş diye düşündüm" Aydede merakla, "Eeeeeee ne oldu da düştün o zaman" diye sabırsızlanarak sormuş. "Sabırlı olur musun Aydede anlatıyorum işte" demiş ve devam etmiş Küçük Ceylan, "Çiçeği tam koparacakken rüzgar oyun oynadı benle. Birdenbire bir fırtına çıktı. Kendimi geri çekeyim derken ayağım arkada duran bir taşa çarptı ve dengemi kaybettim. Fırtına da beni savurdu; yuvarlandım. Uçurumdan aşağıya düşerken bu tümsekteki ağaca tutundum ve ayaklarımda tümseğe değdi. Yoksa düşecektim" demiş ve yine korkarak ağlamaya başlamış. Aydede Küçük Ceylan"ı kucağına almış ve "Artık ağlama, geçmiş olsun, çok büyük tehlike atlatmışsın" demiş " Ama bir daha tehlikeli yerlerde çok güzel şeyler de görsen, annene babana haber vermeden gitmek yok, tamam mı?" diye sormuş. Küçük Ceylan Aydede'ye sarılarak "Tamam Aydedeciğim" demiş ve Aydede Küçük Ceylan"ı annesiyle babasının yanına götürmüş. Küçük Ceylan annesiyle babasına sarılırken "Özür dilerim, bir daha size sormadan tehlikeli şeyler yapmayacağım" demiş. Annesiyle babası çok sevinmişler ve Aydede'ye "Çok teşekkür ederiz Aydede, sen olmasaydın ne yapardık" demişler. Aydede de "Önemli değil canım, beni ne zaman çağırırsanız gelirim, merak etmeyin" demiş. "Hadi, bundan sonra hepiniz daha dikkatli olun, lütfen" demiş ve gökyüzüne doğru yükselmiş. Küçük Ceylan, annesi ve babası Aydede'ye el salladıktan sonra eve doğru yürümüşler. Aydede gökyüzünden bağırmış "İyi geceler Küçük Ceylan, tatlı rüyalar."
Bu masalda burda bitmiş.
Aydede gökyüzünde ıslık çala çala geziyormuş. Onun ıslığını duyan iki yıldız kardeş kendi aralarında konuşmaya başlamışlar. "Bak," demiş Sarı Yıldız, "Aydede yine çocukları, hayvanları ve ağaçları korumak için nöbet tutuyor" Beyaz Yıldız da, "Acaba bugün nereye gidiyor, soralım mı?" demiş ve hemen atılmış "Aydede, Aydede beni duyuyormusun" diye bağırmış. Ama Aydede duymamış. Bu sefer Sarı Yıldız ve Beyaz Yıldız birlikte bağırmaya başlamışlar "Aydede, Aydede, lütfen bizi duy" Bu sefer Aydede onları duymuş. "Merhaba sarı Yıldız, merhaba Beyaz Yıldız, ne yapıyorsunuz bu saatte dışarılarda bakayım" demiş. Sarı Yıldız atılmış hemen, "Aydede biz annemizden dışarıda oynamak için izin aldık" demiş. "Tamam, o zaman" demiş Aydede. Sonra Beyaz Yıldız atılmış ve "Aydede, Aydede bu gece nereye gidiyorsun böyle" demiş. Aydede "dün gece Çiçekli Dağ'ın yamacında küçük bir ceylan kaybolmuştu. Onu bulup annesiyle babasına götürmüştüm. Biraz yaramaz bir ceylana benziyordu. Geçerken ona bir göz atmaya gidiyorum" demiş. "İnşallah, başına bir şey gelmemiştir, Aydede" demiş Sarı Yıldız. "Hadi, biz de artık yatmaya gidelim" demiş Beyaz Yıldız. İkisi birden "iyi geceler, Aydede" demişler. Aydede de "iyi geceler çocuklar, tatlı rüyalar" diye cevaplamış onları ve yoluna devam etmiş.
Dağa doğru yaklaştığında ağlama sesine benzer bir takım sesler duyduğunu zannetmiş ama tam emin olamamış. Çünkü dağda, sesler, bazen rüzgarın, bazen de yankının şakacılığı yüzünden kulağı yanıltabiliyormuş. Dağın yamaçına iyice yaklaştığında duyduğu seslerin ağlama sesi olduğuna iyice emin olmuş. Hemen seslerin geldiği yöne doğru alçalmış. Bir de ne görsün? Küçük ceylan Çiçekli Dağ'ın vadiye uzanan yamacında bir uçuruma düşmek üzere çırpınıp duruyormuş.. Küçük Ceylan'ın annesi ve babası da aynı uçurumun kenarında yavrularına bakıp ağlıyorlarmış çünkü ellerinden bir şey gelmiyormuş. Sadece "korkma Küçük Ceylan, korkma" diyorlarmış. Küçük Ceylan da korkudan ağlıyormuş çünkü, çok tehlikeli bir yerden düşmüş. Neyse ki, uçuruma değilde, uçurumun hemen kenarındaki bir yarığa düşerek, küçük bir ağaca tutanabilmiş. Ama hareket edemiyormuş; çünkü, ayakta durduğu yer çok darmış. Aydede hemen gökyüzünden süzülerek aşağılara gelmiş ve Küçük Ceylan'ın karşısında durmuş ve "Acaba kim geldiiii" demiş. Küçük Ceylan şaşkınlıkla bağırarak "Aydede, Aydede, yaşasın" diye bağırmış. Aydede bu sefer kaşlarını çatarak "Söyle bakalım küçük yaramaz, bu sefer ne yaptın da buraya düştün" demiş. Bir taraftan da gözleriyle Küçük Ceylan'ın durduğu yeri kontrol ediyormuş Aydede. "Ama Aydede," demiş Küçük Ceylan, "bu sefer benim hiç suçum yok." Aydede, "Peki buraya nasıl düştün, yoksa uykudaydın da burada mı uyandın" demiş. "Ben annemle babama çiçek toplamak için yamaçlara gelmiştim, çok güzel çiçekler topladıktan sonra bir de ne göreyim, en güzel çiçek uçuruma yakın, tehlikeli bir yerde değilmi; ama dikkatli olursam, yavaş hareket edersem ve elimle küçük fidanları tuta tuta gidersem tehlikesiz diye düşündüm. Tam da düşündüğüm gibi oldu. Çok dikkatli hareket ettim, çok yavaş ilerledim, küçük fidanları hiç bırakmadım. Çiçeğin yanına gelince hiç de korktuğum kadar yokmuş diye düşündüm" Aydede merakla, "Eeeeeee ne oldu da düştün o zaman" diye sabırsızlanarak sormuş. "Sabırlı olur musun Aydede anlatıyorum işte" demiş ve devam etmiş Küçük Ceylan, "Çiçeği tam koparacakken rüzgar oyun oynadı benle. Birdenbire bir fırtına çıktı. Kendimi geri çekeyim derken ayağım arkada duran bir taşa çarptı ve dengemi kaybettim. Fırtına da beni savurdu; yuvarlandım. Uçurumdan aşağıya düşerken bu tümsekteki ağaca tutundum ve ayaklarımda tümseğe değdi. Yoksa düşecektim" demiş ve yine korkarak ağlamaya başlamış. Aydede Küçük Ceylan"ı kucağına almış ve "Artık ağlama, geçmiş olsun, çok büyük tehlike atlatmışsın" demiş " Ama bir daha tehlikeli yerlerde çok güzel şeyler de görsen, annene babana haber vermeden gitmek yok, tamam mı?" diye sormuş. Küçük Ceylan Aydede'ye sarılarak "Tamam Aydedeciğim" demiş ve Aydede Küçük Ceylan"ı annesiyle babasının yanına götürmüş. Küçük Ceylan annesiyle babasına sarılırken "Özür dilerim, bir daha size sormadan tehlikeli şeyler yapmayacağım" demiş. Annesiyle babası çok sevinmişler ve Aydede'ye "Çok teşekkür ederiz Aydede, sen olmasaydın ne yapardık" demişler. Aydede de "Önemli değil canım, beni ne zaman çağırırsanız gelirim, merak etmeyin" demiş. "Hadi, bundan sonra hepiniz daha dikkatli olun, lütfen" demiş ve gökyüzüne doğru yükselmiş. Küçük Ceylan, annesi ve babası Aydede'ye el salladıktan sonra eve doğru yürümüşler. Aydede gökyüzünden bağırmış "İyi geceler Küçük Ceylan, tatlı rüyalar."
Bu masalda burda bitmiş.
Akıl Okulu
Gecelerden bir gece, sevgili aynacık bakın neler anlatmaya başlamış
Birgün ülkenin küçük kasabalarından olan Yitan’da şöyle bir haber yayılmış:
- Güzel başkentimizde bir Akıl Okulu varmış. Her kim o okula giderse orada ona akıl öğretiliyormuş.
Herkes bu haberi şaşkınlıkla birbirine anlatıyormuş. Şehrin en zenginlerinden olan bir adam da bu haberi duyunca kahkahalarla gülmeye başlamış:
- Efendim, hayatımda hiç bu kadar komik bir şey duymamıştım. Bir insan akıllıysa akıllıdır. Sonradan akıl kazanılır mı hiç? Olacak şey midir? Duyulmuş mudur? Görülmüş müdür?
Bu adam çok zengin olduğu için çocuklarının hiçbirisini okutmamış. Öyle çok parası varmış ki, istese şehrin tamamını satın alabilirmiş. Fakat çocuklarına devamlı şöyle diyormuş:
- Şükürler olsun çok paramız var. Yine de paramıza para katmalıyız. Ne kadar çok kazanırsak o kadar güçlü oluruz.
Çocuklarından biri ise, babasının bu düşüncesine katılmıyormuş. Devamlı;
- Babacığım, okumak gibisi var mıdır, diyormuş. Bak ne çok paramız var. Ama bu parayla bilgi satın alamayız. Buna kimsenin de gücü yetmez. Neden okumayı kötü görüyorsun?
Adam, çocuğunun bu sözlerini günlerce, gecelerce düşünmüş durmuş. Sabahlara kadar sayıklar olmuş: Akıl Okulu Akıl Okulu
Bir sabah dayanamamış ve kararını vermiş:
- Böyle olmayacak. Şu Akıl Okulu neymiş gidip göreceğim.
Adam yolculuk için hazırlanmış. Atına binmiş ve yola koyulmuş. Günler geçmiş. Geceler geçmiş. Memleketinden ayrılalı tam otuz-iki gün olmuş. Günün birinde, yolda ağır ağır yürüyen bir ihtiyara rastlamış. İhtiyarın gözleri görmüyormuş. Adam bu ihtiyarın hâline acımış. Yanına yaklaşarak;
- Ey yolcu, nereye gidiyorsun, diye sormuş.
İhtiyar da başkente gitmek istediğini söylemiş. Bunun üzerine adam atından inmiş ve ihtiyarı atına bindirmiş:
- Ben de başkente gidiyorum, demiş. Bir günlük yolum kaldı. Birlikte konuşa konuşa gideriz.
İhtiyar atın üzerinde, adam yaya yolculuklarına devam etmişler. Şehre vardıkları zaman adam ihtiyara;
- İşte başkente geldik, demiş. Burada inebilirsin.
Fakat ihtiyar, adama şunları söylemiş:
- Madem bir iyilik yaptın, bunun gerisini de getir. Beni şehrin meydanına kadar götür. Ondan sonra var git nereye gideceksen.
Adam hiç karşı çıkmamış ve “tamam” demiş. Beş-on dakika sonra şehrin meydanına gelmişler. Tam bu sırada ihtiyar bağırmaya başlamış:
- İmdat!.. Yardım edin. Bu adam atımı çalmak istiyor. Bu garibana yardım elini uzatacak yok mu? İmdat!..
Meydandaki insanlar koşa koşa gelmişler onların yanına. İhtiyar kör olduğu için ona acımışlar ve adamı suçlamışlar:
- Utanmıyor musun bu yaşta hırsızlık yapmaya. Hem de kör bir adamın atını çalmaya çalışıyorsun.
Adam haykırıyormuş:
- Hayır, yalan söylüyor. Bu at benim. Onu yoldan ben aldım. İhtiyardır, yorulmasın, bir iyilik yapmış olayım, dedim. Bu at benim. Ben hayatımda hırsızlık yapmadım. O yalancıdır.
Fakat gelgelelim insanlar adamı dinlememişler. Atı, kör ihtiyarı ve adamı doğruca şehrin hakimine götürmüşler. Hakim önce kör ihtiyarı, sonra adamı dinlemiş. Ardından da şöyle demiş:
- Bana bir baytar, bir nalbant, bir de saraç çağırın. Hemen gelsinler. Bekliyoruz.
Adam bu üç kişinin neden çağrıldığını bir türlü anlayamamış. Kimseye de soramamış. Mecburen çağırılanların gelmesini beklemiş. Kısa bir zaman sonra da hepberaber gelmişler. Hakim gelenleri tek tek huzuruna kabul etmiş. Önce baytar alınmış odaya. Hakim ona sormuş:
- Ata bak. Bu at hangi memlekete aittir?
Baytar şöyle karşılık vermiş:
- Çok fazla incelemeye gerek yok. Bu at bu şehirden alınmamış. Yitan yöresine ait bir aittir.
Adam kendi memleketinin ismini duyunca hayretler içinde kalmış. Bu sefer de hakim nalbantı çağırmış ve ona;
- Sen de bu atın nerede nallandığına bak, demiş.
Nalbant biraz inceledikten sonra şunları söylemiş:
- Bu at burada nallanmamış. Yitan yöresinde atlar böyle nallanır. Bizimkine benzemez.
Adam yine şaşırmış. Kendi kendine, “Nasıl bilebilirler?” diye sorup duruyormuş. Hakim son olarak saraca;
- Bu atın koşumlarını incele, demiş. Nasıl eyerlenmiş?
Saraç hiç beklemeden cevap vermiş:
- Efendim, ilk bakışta bizim yöremize ait olmadığı anlaşılıyor. Yitan yöresinin koşum şeklidir bu.
Hakim cevapları aldıktan sonra atın sahibine dönerek;
- Evet, sen doğru söylüyordun, demiş. Bu at senin. Artık atını alıp gidebilirsin. İhtiyara da gereken ceza verilecektir. Hiç meraklanma.
Fakat adam dayanamayarak hakime sormuş:
- Siz böyle bir şey yapmayı nasıl düşündünüz? Bu adamlar, bu atın Yitan yöresine ait olduğunu nereden anladılar? Lütfen bana söyler misiniz bütün bunlar nasıl olabiliyor?
Hakim adamın sorusuna gülerek cevap vermiş:
- Ben ve bu gördüğün herkes, bu şehirdeki Akıl Okulu’nu bitirdik. Her şeyi o okulda öğrendik. Orada doğrunun nerede ve nasıl bulunacağı öğretilir.
Adam böylece Akıl Okulu’nun ne anlama geldiğini yaşayarak öğrenmiş. Heyecanla memleketi olan Yitan’a dönmüş. Bütün olanları ailesine ve arkadaşlarına anlatmış. Sonra da bütün çocuklarını bu Akıl Okulu’na göndermiş. Anlamış ki, herkeste akıl var, ama onu kullanabilmek için eğitim gerekiyor.
Birgün ülkenin küçük kasabalarından olan Yitan’da şöyle bir haber yayılmış:
- Güzel başkentimizde bir Akıl Okulu varmış. Her kim o okula giderse orada ona akıl öğretiliyormuş.
Herkes bu haberi şaşkınlıkla birbirine anlatıyormuş. Şehrin en zenginlerinden olan bir adam da bu haberi duyunca kahkahalarla gülmeye başlamış:
- Efendim, hayatımda hiç bu kadar komik bir şey duymamıştım. Bir insan akıllıysa akıllıdır. Sonradan akıl kazanılır mı hiç? Olacak şey midir? Duyulmuş mudur? Görülmüş müdür?
Bu adam çok zengin olduğu için çocuklarının hiçbirisini okutmamış. Öyle çok parası varmış ki, istese şehrin tamamını satın alabilirmiş. Fakat çocuklarına devamlı şöyle diyormuş:
- Şükürler olsun çok paramız var. Yine de paramıza para katmalıyız. Ne kadar çok kazanırsak o kadar güçlü oluruz.
Çocuklarından biri ise, babasının bu düşüncesine katılmıyormuş. Devamlı;
- Babacığım, okumak gibisi var mıdır, diyormuş. Bak ne çok paramız var. Ama bu parayla bilgi satın alamayız. Buna kimsenin de gücü yetmez. Neden okumayı kötü görüyorsun?
Adam, çocuğunun bu sözlerini günlerce, gecelerce düşünmüş durmuş. Sabahlara kadar sayıklar olmuş: Akıl Okulu Akıl Okulu
Bir sabah dayanamamış ve kararını vermiş:
- Böyle olmayacak. Şu Akıl Okulu neymiş gidip göreceğim.
Adam yolculuk için hazırlanmış. Atına binmiş ve yola koyulmuş. Günler geçmiş. Geceler geçmiş. Memleketinden ayrılalı tam otuz-iki gün olmuş. Günün birinde, yolda ağır ağır yürüyen bir ihtiyara rastlamış. İhtiyarın gözleri görmüyormuş. Adam bu ihtiyarın hâline acımış. Yanına yaklaşarak;
- Ey yolcu, nereye gidiyorsun, diye sormuş.
İhtiyar da başkente gitmek istediğini söylemiş. Bunun üzerine adam atından inmiş ve ihtiyarı atına bindirmiş:
- Ben de başkente gidiyorum, demiş. Bir günlük yolum kaldı. Birlikte konuşa konuşa gideriz.
İhtiyar atın üzerinde, adam yaya yolculuklarına devam etmişler. Şehre vardıkları zaman adam ihtiyara;
- İşte başkente geldik, demiş. Burada inebilirsin.
Fakat ihtiyar, adama şunları söylemiş:
- Madem bir iyilik yaptın, bunun gerisini de getir. Beni şehrin meydanına kadar götür. Ondan sonra var git nereye gideceksen.
Adam hiç karşı çıkmamış ve “tamam” demiş. Beş-on dakika sonra şehrin meydanına gelmişler. Tam bu sırada ihtiyar bağırmaya başlamış:
- İmdat!.. Yardım edin. Bu adam atımı çalmak istiyor. Bu garibana yardım elini uzatacak yok mu? İmdat!..
Meydandaki insanlar koşa koşa gelmişler onların yanına. İhtiyar kör olduğu için ona acımışlar ve adamı suçlamışlar:
- Utanmıyor musun bu yaşta hırsızlık yapmaya. Hem de kör bir adamın atını çalmaya çalışıyorsun.
Adam haykırıyormuş:
- Hayır, yalan söylüyor. Bu at benim. Onu yoldan ben aldım. İhtiyardır, yorulmasın, bir iyilik yapmış olayım, dedim. Bu at benim. Ben hayatımda hırsızlık yapmadım. O yalancıdır.
Fakat gelgelelim insanlar adamı dinlememişler. Atı, kör ihtiyarı ve adamı doğruca şehrin hakimine götürmüşler. Hakim önce kör ihtiyarı, sonra adamı dinlemiş. Ardından da şöyle demiş:
- Bana bir baytar, bir nalbant, bir de saraç çağırın. Hemen gelsinler. Bekliyoruz.
Adam bu üç kişinin neden çağrıldığını bir türlü anlayamamış. Kimseye de soramamış. Mecburen çağırılanların gelmesini beklemiş. Kısa bir zaman sonra da hepberaber gelmişler. Hakim gelenleri tek tek huzuruna kabul etmiş. Önce baytar alınmış odaya. Hakim ona sormuş:
- Ata bak. Bu at hangi memlekete aittir?
Baytar şöyle karşılık vermiş:
- Çok fazla incelemeye gerek yok. Bu at bu şehirden alınmamış. Yitan yöresine ait bir aittir.
Adam kendi memleketinin ismini duyunca hayretler içinde kalmış. Bu sefer de hakim nalbantı çağırmış ve ona;
- Sen de bu atın nerede nallandığına bak, demiş.
Nalbant biraz inceledikten sonra şunları söylemiş:
- Bu at burada nallanmamış. Yitan yöresinde atlar böyle nallanır. Bizimkine benzemez.
Adam yine şaşırmış. Kendi kendine, “Nasıl bilebilirler?” diye sorup duruyormuş. Hakim son olarak saraca;
- Bu atın koşumlarını incele, demiş. Nasıl eyerlenmiş?
Saraç hiç beklemeden cevap vermiş:
- Efendim, ilk bakışta bizim yöremize ait olmadığı anlaşılıyor. Yitan yöresinin koşum şeklidir bu.
Hakim cevapları aldıktan sonra atın sahibine dönerek;
- Evet, sen doğru söylüyordun, demiş. Bu at senin. Artık atını alıp gidebilirsin. İhtiyara da gereken ceza verilecektir. Hiç meraklanma.
Fakat adam dayanamayarak hakime sormuş:
- Siz böyle bir şey yapmayı nasıl düşündünüz? Bu adamlar, bu atın Yitan yöresine ait olduğunu nereden anladılar? Lütfen bana söyler misiniz bütün bunlar nasıl olabiliyor?
Hakim adamın sorusuna gülerek cevap vermiş:
- Ben ve bu gördüğün herkes, bu şehirdeki Akıl Okulu’nu bitirdik. Her şeyi o okulda öğrendik. Orada doğrunun nerede ve nasıl bulunacağı öğretilir.
Adam böylece Akıl Okulu’nun ne anlama geldiğini yaşayarak öğrenmiş. Heyecanla memleketi olan Yitan’a dönmüş. Bütün olanları ailesine ve arkadaşlarına anlatmış. Sonra da bütün çocuklarını bu Akıl Okulu’na göndermiş. Anlamış ki, herkeste akıl var, ama onu kullanabilmek için eğitim gerekiyor.
Kibritçi Kız
Bir yılbaşı gecesiydi. Dondurucu, kavurucu bir soğuk vardı. Yoldan geçenler paltolarının yakasını kaldırmışlar, atkılarına bürünmüşler, hızlı hızlı yürüyorlardı. Kimi evine geç kalmış, acele ediyor, kimi bir eğlence yerine gidiyordu.
Çocuklar koşuyorlar, birbirlerine kartopu atıyorlardı. Gecenin zevkini en çok onlar çıkarıyorlardı. Kahkahalarla gülüyorlar, sevinçle haykırıyorlardı.
Yalnız bir çocuk vardı ki gelip geçenler onun farkında değillerdi. Ufak bir kız çoçuğu. Başı açık, elbisesi yama içinde, yoksul bir kızcağız. Bir kapının önüne büzülmüş, çıplak ayaklarını altına almıştı. Soğuktan morarmış tir tir titriyordu. Üzerinde oturduğu taş basamakta buz gibiydi.
Çocuklar koşuyorlar, birbirlerine kartopu atıyorlardı. Gecenin zevkini en çok onlar çıkarıyorlardı. Kahkahalarla gülüyorlar, sevinçle haykırıyorlardı.
Yalnız bir çocuk vardı ki gelip geçenler onun farkında değillerdi. Ufak bir kız çoçuğu. Başı açık, elbisesi yama içinde, yoksul bir kızcağız. Bir kapının önüne büzülmüş, çıplak ayaklarını altına almıştı. Soğuktan morarmış tir tir titriyordu. Üzerinde oturduğu taş basamakta buz gibiydi.
Yavrucağız da sanki donmuş, bir buz parçası kesilmişti.
Geniş bir mukavva kutunun içine sıralanmış kibrit kutularına bakarken gözleri yaşarıyordu.
Evet, bu bir kibritçi kızdı. O gün bir tek kutu kibrit bile satamamıştı. Satsa, bir kaç kuruş para kazansa, kalkıp evine gider, annesiyle birlikte hiç olmazsa bir kase sıcak çorba içerdi. Gidemiyordu, çünkü o gün hiç kibrit satamadığını annesine söylemekten çekiniyordu. Soğuktan, üzüntüsünden titreyen kısık,incecik sesiyle "Kibrit var, kibrit"diye bağırıyordu. Sokaktan geçenlerin hiçbiri başını çevirip bakmıyordu...
Ah hiç olmazsa ayaklarında terlikleri olsaydı! Biraz önce, sokak sokak dolaşırken, hızla geçen bir arabanın önünden kaçmış, kaçarken terlikleri ayağından fırlamıştı.
Karşı kaldırıma geçtikten sonra, dönüp bakmış hınzır bir çocuğun terlikleri kapıp kaçtığını görmüştü. Arkasından seslenmişti ama, çocuk alaylı alaylı seslenerek koşa koşa uzaklaşmıştı.
Geniş bir mukavva kutunun içine sıralanmış kibrit kutularına bakarken gözleri yaşarıyordu.
Evet, bu bir kibritçi kızdı. O gün bir tek kutu kibrit bile satamamıştı. Satsa, bir kaç kuruş para kazansa, kalkıp evine gider, annesiyle birlikte hiç olmazsa bir kase sıcak çorba içerdi. Gidemiyordu, çünkü o gün hiç kibrit satamadığını annesine söylemekten çekiniyordu. Soğuktan, üzüntüsünden titreyen kısık,incecik sesiyle "Kibrit var, kibrit"diye bağırıyordu. Sokaktan geçenlerin hiçbiri başını çevirip bakmıyordu...
Ah hiç olmazsa ayaklarında terlikleri olsaydı! Biraz önce, sokak sokak dolaşırken, hızla geçen bir arabanın önünden kaçmış, kaçarken terlikleri ayağından fırlamıştı.
Karşı kaldırıma geçtikten sonra, dönüp bakmış hınzır bir çocuğun terlikleri kapıp kaçtığını görmüştü. Arkasından seslenmişti ama, çocuk alaylı alaylı seslenerek koşa koşa uzaklaşmıştı.
Kibritçi kız bunun üzerine bir kapının girintisine sığınmış, oracığa kıvrılıp oturmuştu.
Parmakları donmuş, sızlamaya başlamıştı. Kızcağız bu acıya dayanamadı, kutulardan birini açıp bir kibrit çıkardı. Parmakları uyuşmuştu, kibrit çöpünü elinde güçlükle tutuyordu. Eli titreye titreye çöpü duvara sürttü. Kibrit birden alev aldı; tatlı, yumuşacık, turuncu bir alev.
Parmakları donmuş, sızlamaya başlamıştı. Kızcağız bu acıya dayanamadı, kutulardan birini açıp bir kibrit çıkardı. Parmakları uyuşmuştu, kibrit çöpünü elinde güçlükle tutuyordu. Eli titreye titreye çöpü duvara sürttü. Kibrit birden alev aldı; tatlı, yumuşacık, turuncu bir alev.
Zavallı kız, kibriti bir elinden öbür eline geçirerek, parmaklarını ısıttı. İçi de ısınmıştı. Sanki gürül gürül yanan bir ocağın karşısındaydı. Gözleri aleve dikilmiş, düşlere dalmıştı: Güzel bir odada, büyük bir ocağın karşısında oturuyordu. Arkasında kalın bir yünlü hırka, ayaklarında kürklü terlikler vardı.
Isınmış, terlemeye bile başlamıştı... Derken kibrit sönüverdi. Kibritin sönmesiyle, o tatlı düşlerde sona ermişti. Kızcağızın parmakları yeniden donmaya, sızlamaya başlamıştı.
Bir kibrit daha yaktı. Bu sırada soğuk bir rüzgar esti. Kız kibrit sönmesin diye, duvardan yana döndü. Öbür elini aleve siper etti. Aleve bakarken, karşısındaki duvar sanki eridi, birden açıldı, içerisi göründü. İçeride geniş bir oda vardı. Kar gibi bembeyaz örtü yayılmış bir masanın üzerine tabak tabak yiyecekler dizilmişti. Sofrada gümüş şamdanlar yanıyor, odayı gündüz gibi aydınlatıyordu. Kızcağız'ın gözleri sofranın ortasında, büyük bir tabağa konulmuş, nar gibi kıpkırmızı kaz kızartmasına dikilmişti. Ağzı sulandı. Elini oraya doğru uzattı. Kibrit yana yana sonuna gelmişti, parmağını yakıyordu. Kızcağız çöpü yere atıverdi. Atmasıyla birlikte, yılbaşı sofrası siliniverdi, gözlerinin önüne taş duvar yeniden dikildi.
Bir kibrit daha yaktı. Bu sırada soğuk bir rüzgar esti. Kız kibrit sönmesin diye, duvardan yana döndü. Öbür elini aleve siper etti. Aleve bakarken, karşısındaki duvar sanki eridi, birden açıldı, içerisi göründü. İçeride geniş bir oda vardı. Kar gibi bembeyaz örtü yayılmış bir masanın üzerine tabak tabak yiyecekler dizilmişti. Sofrada gümüş şamdanlar yanıyor, odayı gündüz gibi aydınlatıyordu. Kızcağız'ın gözleri sofranın ortasında, büyük bir tabağa konulmuş, nar gibi kıpkırmızı kaz kızartmasına dikilmişti. Ağzı sulandı. Elini oraya doğru uzattı. Kibrit yana yana sonuna gelmişti, parmağını yakıyordu. Kızcağız çöpü yere atıverdi. Atmasıyla birlikte, yılbaşı sofrası siliniverdi, gözlerinin önüne taş duvar yeniden dikildi.
Üçüncü kibrit daha fazla düşler yarattı:Bir yaz gecesi...Kibritçi Kız kırda bir ağacın altına oturmuş, yıldızlara bakıyor. Gece olduğu halde hava sıcak. Altındaki toprak, gündüz güneşten ısınmış, fırın gibi yanıyor... Küçük kız gözlerini yıldızlardan ayıramıyordu. Uzaktan uzağa gece kuşları ötüyor, kurbağalar bağrışıyordu.
Derken bir yıldız kaydı, gökyüzüne geniş bir yay çizerek uzaklaştı, söndü. Kızcağız: 'işte, biri daha öldü' diye mırıldandı. Bir gün, ninesi söylemişti: Her yıldız düştükçe yeryüzünden biri ölürmüş... Ninesini bir daha görebilmek için bir kibrit daha çaktı. Soğuktan kaskatı kesilmiş, beyni durmuştu. O şimdi sokak ortasında olduğunu unutmuş, düşler dünyasına dalmıştı. Kibritin alevinde yine ninesini görüyor, onun sesini işitir gibi oluyordu. İşte ninesi geliyordu. Lapa lapa yağan karların arasından bir melek gibi iniyordu... Geldi, geldi...Kollarını açtı, torununu kucakladı, aldı göklere doğru götürdü...
Ertesi sabah, yoldan geçenler, bir evin basamağında donmuş kalmış kızcağızın ölüsünü buldular. Yanı başında bir sürü boş kibrit kutusu vardı.
Ertesi sabah, yoldan geçenler, bir evin basamağında donmuş kalmış kızcağızın ölüsünü buldular. Yanı başında bir sürü boş kibrit kutusu vardı.
-Zavallı kız ısınmak için bütün kibritlerini yakmış dediler... Bu kibritlerin alevinde onun ne düşler gördüğünü bilemezlerdi ki.
SIĞINAK ARAYAN ÇOCUK
Güneş batmış, ay gökyüzünde gezinmeye çıkmış. Gecelerden bir gece sevgili aynacık bakın neler anlatmaya başlamış…
Uzak memleketlerin birisinde tahtına düşkün, zengin mi zengin bir padişah yaşarmış. Adil olmasına adilmiş ama, burnu kanasa bütün ülkeyi ayağa kaldırırmış.
Birgün öyle hastalanmış, öyle hastalanmış ki; ayağa kalkamaz, sarayının bahçelerinde zevkle gezinemez olmuş. Ülkede ne kadar iyi doktor varsa çağırmışlar. Ne kadar ilaç varsa denemişler, ama bir türlü padişahın hastalığına çare bulamamışlar.
Yaz gelmiş, çiçekler açmış, kuşlar cıvıldaşmaya başlamış. Güneş parıldıyor, herkesi evinden dışarıya çağırıyormuş. Fakat padişahımız, iyileşemediği için bu güzellikleri pencereden seyretmekle yetinmek zorunda kalıyormuş.
Birgün bütün doktorlar bir araya gelerek padişahın hastalığını konuşmaya başlamışlar. Artık onlar da sıkılmış bu olaydan. Çünkü padişah hergün onlara kızıyor, bağırıyormuş:
- Siz ne biçim doktorsunuz. Hepinizi astırmak lazım. Zindanlarda süründürmek lazım. Kafanızı uçurmak lazım…
Doktorlar korkuya kapılmaya başlamışlar bu tehditler karşısında. En kısa zamanda padişahın hastalığına bir çare bulamazlarsa başlarının derde gireceğini seziyorlarmış. Nihayet içlerinden biri meydana çıkarak;
- Arkadaşlar, demiş. Buradan çok çok uzakta bir memleket var. Adı Sevilenya… Orası ilimde ilerlemiş bir memlekettir. Bütün alimler mutlaka oraya gider ve ilmine ilim katarmış. İşte o memlekette yaşayan bir doktorun ünü dünyaya yayılmış. İyileştiremediği hasta, çaresini bulamadığı hastalık yokmuş. Padişahımıza söyleyelim haber salsın çağırtsın onu. Biz de rahatlayalım.
Doktorların hepsi bu fikre katılmışlar ve içlerinden birisini sözcü seçerek padişaha göndermişler. Padişah anlatılanları dinledikten sonra hemen emir vermiş:
- Derhal hazırlıklar başlasın. Yarın sabah yola çıkacak bir birlik oluşturulsun.
En güzel hediyeler, kese kese altınlar doktora verilmek üzere hazırlanmış. Ve ertesi sabah bilinmeyen ülkeye doğru yolculuk başlamış.
Akrep yelkovanı, gece gündüzü, ilkbahar kışı kovalamış yaz gelmiş. Padişahımız her sabah heyecanla uyanır sorar olmuş:
- Geldiler mi?
Çevresindekiler çekinerek cevap verirlermiş:
- Henüz gelmediler padişahımız.
Birgün güneş yüzünü dağların ardından göstermeden, ay yıldızlarla gökten çekilmeden nal sesleri şehrin sokaklarını inletmeye başlamış. Saray kapısı açılmış, muhafızlar hemen doktorlara haber vermişler:
- Birlik geri dönmüştür.
Doktorlar, padişahın hastalığına derman olacak doktorun gelip-gelmediğini öğrenmek için bahçeye inmişler. Arabadan, siz deyin çınar boyunda, ben diyeyim kavak boyunda bir adam inmiş. Bir ân ürkmüşler. Bakışlarında bir baykuş keskinliği varmış. Hürmette kusur etmeden odasını göstermişler, dinlenmesi için. Fakat kabul etmemiş:
- Hastamız nerededir? Bir insan acı çekerken ben nasıl dinlenebilirim!
Doktorlar şaşkın şaşkın padişaha haber salmışlar. Padişah haberi alır-almaz;
- Aman hemen gelsin. Kaç zamandır gözlerime uyku girmez. Acıdan yüreğim duracak sanırım. Hemen gelsin hemen, demiş.
Bu, adı daha önce hiç duyulmamış ülkeden gelen doktor, elindeki ufak çantayla padişahın huzuruna çıkmış. Padişahın ağrıyan bacağını saatlerce incelemiş ve sonra şunları söylemiş:
- Dokuz yaşında bir erkek çocuk bulunmalı. Bu çocuk kesilecek ve midesi bacağınıza sarılacak. Üç gün içinde hiçbir şeyiniz kalmaz, ayağa kalkarsınız.
Padişah, askerlerini böyle bir çocuk bulmaları için göndermiş. Bütün okullar, bütün evler araştırılmış. Ve nihayet dokuz yaşında, çok güzel bir erkek çocuğu bulunmuş.
Askerler çocuğun annesiyle, babasıyla konuşmuşlar, durumu anlatmışlar. Zaten bütün halk padişahın hastalığından haberdarmış. Ama anne ve baba çocuklarının kesileceğine çok üzülmüşler. Ağlamış, sızlanmışlar. Yalvarmışlar. Ama kimse onları dinlememiş. Çocuğun babası vezire gelerek;
- Oğluma kıymayın, demiş. Onun yerine beni öldürün. O benim tek çocuğum. Beni ondan ayırmayın. Ne olur yapmayın bunu!
Vezir, çocuğun babasını karşısına oturtmuş ve şunları söylemiş:
- Sen bir çocuğun mu, yoksa bir padişahın mı ölmesini istersin? Eğer padişahımız ölürse hâlimiz nice olur hiç düşünmüyor musun? Düşmanlarımız memleketimizi istilâ ederler. Bu daha mı iyi? Akılsızlık etme. Sana bin altın veriyorum. Hiç oğlun olmadığını düşün.
Çocuğun babası o kadar altını daha önce birarada hiç görmediği için heyecana kapılmış ve razı olmuş:
- Varsın padişah yoluna öldürülsün benim oğlum, demiş.
Oğlunun karşılığı olarak aldığı altınlarla eve dönmüş. Çocuk, babasına sarılıp ağlamış.
- Beni öldürmeyecekler değil mi, diye sormuş babasına.
Adam oğluna diyecek bir söz bulamamış, susmuş kalmış. Ertesi gün de çocuğun annesi vezirin yanına gitmiş. Yalvarmış, yakarmış. Ama vezir ona da bin altın vererek bu işe rıza göstermesini sağlamış. Çocuğun annesi ağlamayı bırakarak;
- Eh, madem ki hayırlı bir iş için ölecek, ne yapalım ölsün, demiş.
Padişah, anne ve babadan izin aldıktan sonra devrin bilginlerini yanına çağırtmış. Bir de onlardan izin almak istiyormuş. Bazıları bunun yanlış olduğunu söylemişler, bazıları padişahın ölümünden daha hayırlıdır demişler. Sonunda çocuğun kesilmesinde bir sakınca olmadığı kararına varmışlar.
Bütün ülkeye bu olay duyurulmuş. Herkesin dilinde kesilecek çocuk varmış. Kimileri duyduklarına inanamıyor, kimileri çocuğa acıyor, kimileri de padişah iyileşecek diye seviniyormuş.
Kısa zamanda şehrin meydanı hazırlanmış. Halk merasimi seyretmek için meydana toplanmış. Çocuğun annesiyle babası halkın önünde çocuklarının kesilmesine izin verdiklerini, bilginler de çocuğun hayırlı bir iş için öldürüldüğünü söylemişler.
Zavallı çocuk hiçbir şey yapamıyormuş. Kesileceği yere çıkarılmış. Herkese bir bir bakmış ve babasına dönerek konuşmaya başlamış:
- Babacığım, hani ben senin tek çocuğundum. Hani beni çok severdin. Şimdi bensiz ne yapacaksın? O altınlar benim yerimi tutabilir mi?
Çocuk sonra da annesine dönerek konuşmuş:
- Ya sen anneciğim, nasıl izin verebildin biricik oğlunun öldürülmesine! Demek ki beni gerçekten hiç sevmedin. Üzülmeyecek misin?
- Peki siz, sevgili bilginler. Dokuz yaşındaki bir çocuğun öldürülmesinin yanlış olmadığını nasıl söylersiniz? Ben kimsenin canını acıtmadım ki. Padişahımızın hastalığının sebebi de ben değilim. Kimseyi de öldürmedim.
Son olarak padişaha dönmüş:
- Padişahım, iyileşmek için beni öldürüyorsun. Oysa biz seni sığınak kabul ediyorduk. Senin ülkende bunun için yaşıyoruz. Bizi koruduğun için… Demek ki ülkemize bir şey olsa hiçkimse sana sığınamayacak, demiş.
Çocuk bakmış kimse yardım etmeyecek, başını gökyüzüne kaldırmış ve dudaklarını kıpırdatmaya başlamış. Padişah onun bu hâlini görünce sormuş:
- Şimdi ne yapıyorsun?
Islanmış gözlerini padişaha çeviren çocuk, ağlamaklı bir sesle cevap vermiş:
- Sen annemi, babamı, bilginleri razı etmişsin. Bana da sığınabileceğim tek bir yer kalıyor. Yalvarıyorum ki beni kurtarsın. Siz beni anlamıyorsunuz.
Padişah bu sözleri duyunca şaşırıp kalmış ve hatasını farkedivermiş:
- Bırakın çocuğu, demiş. Benim ölümüm bu bacaktan olacaksa olsun.
Bu olaydan sonra padişahın bacağı nedense hiç ağrımamış. Ve padişah çocuğu yanına alarak beraberce güzel bir hayat geçirmişler.
Uzak memleketlerin birisinde tahtına düşkün, zengin mi zengin bir padişah yaşarmış. Adil olmasına adilmiş ama, burnu kanasa bütün ülkeyi ayağa kaldırırmış.
Birgün öyle hastalanmış, öyle hastalanmış ki; ayağa kalkamaz, sarayının bahçelerinde zevkle gezinemez olmuş. Ülkede ne kadar iyi doktor varsa çağırmışlar. Ne kadar ilaç varsa denemişler, ama bir türlü padişahın hastalığına çare bulamamışlar.
Yaz gelmiş, çiçekler açmış, kuşlar cıvıldaşmaya başlamış. Güneş parıldıyor, herkesi evinden dışarıya çağırıyormuş. Fakat padişahımız, iyileşemediği için bu güzellikleri pencereden seyretmekle yetinmek zorunda kalıyormuş.
Birgün bütün doktorlar bir araya gelerek padişahın hastalığını konuşmaya başlamışlar. Artık onlar da sıkılmış bu olaydan. Çünkü padişah hergün onlara kızıyor, bağırıyormuş:
- Siz ne biçim doktorsunuz. Hepinizi astırmak lazım. Zindanlarda süründürmek lazım. Kafanızı uçurmak lazım…
Doktorlar korkuya kapılmaya başlamışlar bu tehditler karşısında. En kısa zamanda padişahın hastalığına bir çare bulamazlarsa başlarının derde gireceğini seziyorlarmış. Nihayet içlerinden biri meydana çıkarak;
- Arkadaşlar, demiş. Buradan çok çok uzakta bir memleket var. Adı Sevilenya… Orası ilimde ilerlemiş bir memlekettir. Bütün alimler mutlaka oraya gider ve ilmine ilim katarmış. İşte o memlekette yaşayan bir doktorun ünü dünyaya yayılmış. İyileştiremediği hasta, çaresini bulamadığı hastalık yokmuş. Padişahımıza söyleyelim haber salsın çağırtsın onu. Biz de rahatlayalım.
Doktorların hepsi bu fikre katılmışlar ve içlerinden birisini sözcü seçerek padişaha göndermişler. Padişah anlatılanları dinledikten sonra hemen emir vermiş:
- Derhal hazırlıklar başlasın. Yarın sabah yola çıkacak bir birlik oluşturulsun.
En güzel hediyeler, kese kese altınlar doktora verilmek üzere hazırlanmış. Ve ertesi sabah bilinmeyen ülkeye doğru yolculuk başlamış.
Akrep yelkovanı, gece gündüzü, ilkbahar kışı kovalamış yaz gelmiş. Padişahımız her sabah heyecanla uyanır sorar olmuş:
- Geldiler mi?
Çevresindekiler çekinerek cevap verirlermiş:
- Henüz gelmediler padişahımız.
Birgün güneş yüzünü dağların ardından göstermeden, ay yıldızlarla gökten çekilmeden nal sesleri şehrin sokaklarını inletmeye başlamış. Saray kapısı açılmış, muhafızlar hemen doktorlara haber vermişler:
- Birlik geri dönmüştür.
Doktorlar, padişahın hastalığına derman olacak doktorun gelip-gelmediğini öğrenmek için bahçeye inmişler. Arabadan, siz deyin çınar boyunda, ben diyeyim kavak boyunda bir adam inmiş. Bir ân ürkmüşler. Bakışlarında bir baykuş keskinliği varmış. Hürmette kusur etmeden odasını göstermişler, dinlenmesi için. Fakat kabul etmemiş:
- Hastamız nerededir? Bir insan acı çekerken ben nasıl dinlenebilirim!
Doktorlar şaşkın şaşkın padişaha haber salmışlar. Padişah haberi alır-almaz;
- Aman hemen gelsin. Kaç zamandır gözlerime uyku girmez. Acıdan yüreğim duracak sanırım. Hemen gelsin hemen, demiş.
Bu, adı daha önce hiç duyulmamış ülkeden gelen doktor, elindeki ufak çantayla padişahın huzuruna çıkmış. Padişahın ağrıyan bacağını saatlerce incelemiş ve sonra şunları söylemiş:
- Dokuz yaşında bir erkek çocuk bulunmalı. Bu çocuk kesilecek ve midesi bacağınıza sarılacak. Üç gün içinde hiçbir şeyiniz kalmaz, ayağa kalkarsınız.
Padişah, askerlerini böyle bir çocuk bulmaları için göndermiş. Bütün okullar, bütün evler araştırılmış. Ve nihayet dokuz yaşında, çok güzel bir erkek çocuğu bulunmuş.
Askerler çocuğun annesiyle, babasıyla konuşmuşlar, durumu anlatmışlar. Zaten bütün halk padişahın hastalığından haberdarmış. Ama anne ve baba çocuklarının kesileceğine çok üzülmüşler. Ağlamış, sızlanmışlar. Yalvarmışlar. Ama kimse onları dinlememiş. Çocuğun babası vezire gelerek;
- Oğluma kıymayın, demiş. Onun yerine beni öldürün. O benim tek çocuğum. Beni ondan ayırmayın. Ne olur yapmayın bunu!
Vezir, çocuğun babasını karşısına oturtmuş ve şunları söylemiş:
- Sen bir çocuğun mu, yoksa bir padişahın mı ölmesini istersin? Eğer padişahımız ölürse hâlimiz nice olur hiç düşünmüyor musun? Düşmanlarımız memleketimizi istilâ ederler. Bu daha mı iyi? Akılsızlık etme. Sana bin altın veriyorum. Hiç oğlun olmadığını düşün.
Çocuğun babası o kadar altını daha önce birarada hiç görmediği için heyecana kapılmış ve razı olmuş:
- Varsın padişah yoluna öldürülsün benim oğlum, demiş.
Oğlunun karşılığı olarak aldığı altınlarla eve dönmüş. Çocuk, babasına sarılıp ağlamış.
- Beni öldürmeyecekler değil mi, diye sormuş babasına.
Adam oğluna diyecek bir söz bulamamış, susmuş kalmış. Ertesi gün de çocuğun annesi vezirin yanına gitmiş. Yalvarmış, yakarmış. Ama vezir ona da bin altın vererek bu işe rıza göstermesini sağlamış. Çocuğun annesi ağlamayı bırakarak;
- Eh, madem ki hayırlı bir iş için ölecek, ne yapalım ölsün, demiş.
Padişah, anne ve babadan izin aldıktan sonra devrin bilginlerini yanına çağırtmış. Bir de onlardan izin almak istiyormuş. Bazıları bunun yanlış olduğunu söylemişler, bazıları padişahın ölümünden daha hayırlıdır demişler. Sonunda çocuğun kesilmesinde bir sakınca olmadığı kararına varmışlar.
Bütün ülkeye bu olay duyurulmuş. Herkesin dilinde kesilecek çocuk varmış. Kimileri duyduklarına inanamıyor, kimileri çocuğa acıyor, kimileri de padişah iyileşecek diye seviniyormuş.
Kısa zamanda şehrin meydanı hazırlanmış. Halk merasimi seyretmek için meydana toplanmış. Çocuğun annesiyle babası halkın önünde çocuklarının kesilmesine izin verdiklerini, bilginler de çocuğun hayırlı bir iş için öldürüldüğünü söylemişler.
Zavallı çocuk hiçbir şey yapamıyormuş. Kesileceği yere çıkarılmış. Herkese bir bir bakmış ve babasına dönerek konuşmaya başlamış:
- Babacığım, hani ben senin tek çocuğundum. Hani beni çok severdin. Şimdi bensiz ne yapacaksın? O altınlar benim yerimi tutabilir mi?
Çocuk sonra da annesine dönerek konuşmuş:
- Ya sen anneciğim, nasıl izin verebildin biricik oğlunun öldürülmesine! Demek ki beni gerçekten hiç sevmedin. Üzülmeyecek misin?
- Peki siz, sevgili bilginler. Dokuz yaşındaki bir çocuğun öldürülmesinin yanlış olmadığını nasıl söylersiniz? Ben kimsenin canını acıtmadım ki. Padişahımızın hastalığının sebebi de ben değilim. Kimseyi de öldürmedim.
Son olarak padişaha dönmüş:
- Padişahım, iyileşmek için beni öldürüyorsun. Oysa biz seni sığınak kabul ediyorduk. Senin ülkende bunun için yaşıyoruz. Bizi koruduğun için… Demek ki ülkemize bir şey olsa hiçkimse sana sığınamayacak, demiş.
Çocuk bakmış kimse yardım etmeyecek, başını gökyüzüne kaldırmış ve dudaklarını kıpırdatmaya başlamış. Padişah onun bu hâlini görünce sormuş:
- Şimdi ne yapıyorsun?
Islanmış gözlerini padişaha çeviren çocuk, ağlamaklı bir sesle cevap vermiş:
- Sen annemi, babamı, bilginleri razı etmişsin. Bana da sığınabileceğim tek bir yer kalıyor. Yalvarıyorum ki beni kurtarsın. Siz beni anlamıyorsunuz.
Padişah bu sözleri duyunca şaşırıp kalmış ve hatasını farkedivermiş:
- Bırakın çocuğu, demiş. Benim ölümüm bu bacaktan olacaksa olsun.
Bu olaydan sonra padişahın bacağı nedense hiç ağrımamış. Ve padişah çocuğu yanına alarak beraberce güzel bir hayat geçirmişler.
NİLÜFER PERİSİ
Sabahın erken saatlerinde, henüz daha güneş bile doğmadan önce, çiğ damlaları nilüfer çiçeklerinin üzerinde nazlı nazlı salınmaya başlamışlardı. Çiğ damlaları oluştukça, nilüferler daha da parlaklaşıyorlardı. Nilüfer tomurcukları yavaş yavaş açılıp doğan günü karşılamaya hazırlanıyorlardı. Tomurcuklardan biri daha yavaş açılıyordu. Bir bebeğin uykusunu, güzel rüyasını bırakmak istememesi gibi nazlanıyordu. Tomurcuğun her yaprağı açıldıkça, etrafa ışıklar saçılıyordu. Rengarenk ışıklar, sanki bir bebeğin gülüşüyle geliyordu. Güneş doğarken, parlak gri olan gölün suları, beyaz, pembe nilüfer çiçekleri onların yemyeşil yaprakları ile bir mucizeyi kucaklamaya hazırlanıyordu. Güneş yavaşçacık, mutluluk dağıtarak, nilüfer perisi ile birlikte doğdu.
Nilüfer perisi, minicik , güneşin ilk ışıltıları kadar mutlu, bir bebek kadar masum, kar tanesi kadar kırılgan, bir periydi. Nilüfer perisi çok şanslıydı çünkü o pırıl pırıl bir gölde dünyaya gelmişti.
Nilüfer perisi çok mutluydu. Onun için yepyeni bir serüven başlamıştı. Daha gözlerini açıp etrafı seyrederken, bu seferki hayatında çok şanslı olduğunu düşündü. Burası etrafı çam ormanlarıyla kaplı bir göldü.
Ormanı seyre dalmışken, güzel bir müzik dikkatini çekti. Sanki ormanın oluşumuyla beraber doğmuştu bu müzik. Etrafına baktı. Önce kurbağalar çıktı müzisyenlerden; sonra zilleriyle çekirgeler, kemanlarıyla ağustos böcekleri… balıklar dans ederek müziğe eşlik ediyorlardı. Orkestra çok genişti.Tüm göl bu müziğe eşlik ediyordu. Nilüfer perisi buna inanamadı. Daha önceki hayatlarında nice mutlu göller, mutsuz göller, ışıltılı, bol balıklı, özel kokulu göller gördüyse de bu göl diğerlerinden çok farklıydı.
Gülümseyerek müziğin tadını çıkardı. Sonra müzisyenleri incelemeye başladı. Yüzleri nasıl da mutlulukla ışıl ışıl parlıyordu. Tek tek hepsini inceliyordu, ki unutmasın, bu görüntü bundan sonra da yaşayacağı hayatlarda ona mutluluk versin. Ağustos böceğine gelince orada kalıverdi. İkisinin de gözleri birbirine kenetlenmişti, sanki o anda tüm dünya durmuş sadece müzik ve ormanın büyülü kokusu kalmıştı. Ama bu arada, onlar farketmeseler de, önce müziğin ve dansın ritmi bozuldu, sonra da sustu.
En son aşıklar anladılar müziğin durduğunu. Herkes onlara bakıyordu. Nilüfer perisi kendini tutamadı, bir kahkaha attı. Müzik ve dans yeniden başladı. Müziğin sonunda çok acıkmışlardı. Sofralar kuruldu. Ağustos böceği ve nilüfer perisi beraber oturdular. Konuşmaya başladılar. Aslında, ne söylediklerini kendileri bile bilmiyorlardı, konuşan daha çok gözleriydi.
Yemekten sonra bütün göl hayvanları dinlenmeye gitti. Sadece ağustos böceği ve nilüfer perisi kaldı. Göl birden sakinleşmiş, durgun bir hal almıştı. Hafif bir meltem esiyordu. Bir süre bu sessizliği dinleyip beraber olmanın mutluluğunu yaşadılar. Sessizliği ağustos böceği bozdu.
“Nilüfer perisi kanatların yeterince olgunlaştı. Artık uçabilirsin. Ormanı tanımak ister misin?” dedi.
Nilüfer perisi bu teklifi sevinçle kabul etti. Uçarak ormana ulaştılar. Orman nasıl da hoş kokuyordu. Rengarenk çiçekler kaplamıştı tüm ormanı. Ağaçlar çok büyüktü. Gördükleri bütün hayvanlar gülümsüyordu. Küçücük bir yavru sincap, nilüfer perisini görünce çok mutlu oldu. Ellerini sevinçle çırpmaya başladı. Bir yandan da annesini çekiştiriyordu.
“Anne bak bak o kim?” diye sordu.
Nilüfer perisi yavaşça minik sincabın yanına geldi. “Merhaba ben nilüfer perisiyim” dedi. Yavru sincap gözlerini kocaman kocaman açmış hiç sesini çıkarmadan nilüfer perisine bakıyordu. Anne sincap nilüfer perisini ve ağustos böceğini selamladı. Onlara en güzel yemeklerini ikram etti. Sonra “gelin” dedi, “ben gezdireyim ormanımızı; önce baykuş ailesiyle tanıştıracağım sizi.”
Gerçekten de anne sincap, başta baykuş ailesi olmak üzere, bütün orman sakinleri ile tanıştırdı nilüfer perisini. Bu oldukça yorucu olmuştu. En son kaplumbağa ailesiyle tanıştılar. Kaplumbağalar da onlara serin şerbetler ikram ettiler. Nilüfer perisi bu geziden hoşnuttu ama sanki herkes birşeyler saklıyordu. Bu rahatsızlık verici durumdu ki, nilüfer perisini en çok üzen ağustos böceği bile bu sırra dahildi. Herkes çok mutlu görünmesine rağmen gözlerde saklanamayan bir hüzün vardı.
Orman halkının bilmediği bir şey vardı, nilüfer perileri istedikleri zaman düşünceleri okuyabiliyorlar ve hayalleri görebiliyorlardı. Nilüfer perisi teker teker düşünceleri okumaya başladı. Gizledikleri şey bir bataklıktı. Ama bataklıkta neyi gizlediklerini anlayamıyordu çünkü bu ormanda bataklık olması gizlenecek bir şey değildi. Hatta orayı uçarken bile görmüşlerdi. Kaplumbağa ailesine sordu; “Ben henüz bataklığı görmedim, orayı bana göstermeyecek misiniz?”
Herkes şaşkınlıka birbirine baktı. İlk konuşan ağustos böceği oldu. “Evet, nilüfer perisine hâlâ bataklığı göstermedik, haydi bataklığa gidelim” dedi. Herkes biraz ürpererek baktı birbirine, isteksizce “tamam” dediler.
Bataklık hiç de uzak değildi. Nilüfer perisi için birazcık ilerdeydi. Ama orman halkı birbirlerine yardım ederek bile olsa çok yavaş ilerliyorlardı. Sonunda ulaştılar bataklığa, bataklıkta onları üstü başı kir içinde bataklık cini karşıladı. Bu durumdan cin çok mutlu olmuştu, ama orman halkı hiç mutlu gibi görünmüyordu. O şirin hayvanların yerini, asık suratlı bir topluluk almıştı. Hepsi aksi ve küçümser bakışlarla bakıyorlardı bataklık cinine.
Ama bataklık cini, onları gördüğü için o kadar mutlu olmuştu ki, nilüfer perisini bile gözleri görmüyordu. Durmaksızın çığlıklar atıyor bir oraya bir buraya zıplıyordu. O zıpladıkça etrafa çamurlar sıçrıyor, çamurlar sıçradıkça bataklık cini daha da çok kahkaha atıyordu. Nilüfer perisi bataklık cinini çok sevmişti. O da hemen onunla beraber çamurlarda zıplayıp hoplamaya başladı. İkisi beraber çok eğleniyorlardı. Orman sakinleri, gözlerini kocaman kocaman açmış nilüfer perisine bakıyorlardı. Fısıltılar başladı hemen, kimi nilüfer perisinin asla temizlenemeyeceğini, artık hep böyle pis kalacağını, kimi de onun ruhunu şeytanın çaldığını söylüyordu.
Nilüfer perisi bunların hepsini anladı. Demek onun için bataklığa gelmiyorlardı. Üstelik bataklık cininden de korkuyorlardı. Bataklık ciniyle kimse görmeden konuştu. Sonra da çok yorulduğunu ve çok acıktığını söyledi. “Hadi yemek yiyelim” dedi orman halkına. Kimseden ses çıkmadı. Ağustos böceği “hadi bakalım” dedi. “Geri dönüyoruz. Yemek yiyeceğiz.”
Baykuş arka çıktı hemen , “Önden kuşlar gitsin, hazırlıklara başlasınlar.” Önce isteksiz olanlar bile hazırlıklar başlayınca neşelendiler. Onlar sofrayı hazırlaya dursun, nilüfer perisi ve bataklık cini de göle gitmiş yıkanıyorlardı. Nilüfer perisi, iyice temizlenmesi için bataklık cinine yardım etti. Üstünden o çamurlar gidince, ortaya çok şirin bir cin çıktı. Temizlendikten sonra, şölene katılmak için, birlikte yola çıktılar. Oraya vardıklarında, baykuş dışında kimse bataklık cinini tanımamıştı. Baykuş hemen onların yanına yaklaştı ve onları onur konuğu masasına oturttu. Sonra da misafirlere bataklık cinini tanıttı. Bataklık cininin onur konuğu masasına oturmasıyla beraber şölen başladı.
Şölen başlamıştı ama misafirler hâlâ büyük bir şaşkınlık içindeydiler. Kimse bataklık cininden gözlerini alamıyordu. Bugüne kadar korktukları bu minicik, şirin yaratık mıydı? Bataklık cini büyüklere göre hâlâ çirkindi, ama çocuklara göre çok şirindi. Çocuklar hemen onun yanına geçtiler. Bütün yemek boyunca gülmeleri hiç kesilmedi. Bataklık cini gülmeyi, eğlenmeyi seviyordu ve onun bulunduğu ortam mutlaka neşeli olurdu. Yemeğin sonunda herkes neşe içinde masadan ayrıldı.
Artık bataklık cininden korkmuyorlardı. Hatta onu sevmeye bile başlamışlardı. Artık bataklık korkulması gereken bir yer olmaktan çıkmıştı. Şölenin sonunda bataklık cini hem nilüfer perisine, hem baykuşa, hem de ağustos böceğine teşekkür etti. Mutlulukla bataklığına döndü.
Nilüfer perisi ve ağustos böceği göle doğru yola çıktılar. Ama ikisi de biraz yalnız kalmak istiyorlardı. Bir süre birlikte kaldılar. Nilüfer perisi gitmeden önce onlara bir armağan vermek istiyordu. Ağustos böceğinin aklından geçenleri okudu. O nilüfer perisinin hiç gitmemesini, hep beraber olmalarını istiyordu. Bu imkansızdı, nilüfer perileri sadece bir gün yaşardı.
Artık akşam oluyordu. Gitme vaktine az kalmıştı. Birden aklına geldi. Bu gölde hiç göl insanı görmemişti. Halbuki neredeyse tüm göllerde göl insanları olur; hem güzel sesleri, hem sorunlara hemen çözüm bulmalarıyla tüm göl halkının sevgisini kazanırlardı. Onlara göl insanlarını armağan etmeliydi. Nilüfer perisinin bir an önce göl perisini bulması gerekiyordu. Sadece göl perisi göl insanlarını çağırabilirdi. Ağustos böceğine çok acil göl perisini bulması gerektiğini söyledi ve hızla oradan ayrıldı.
Nilüfer perisinin, göl perisini bulması zor olmadı. Ona isteğini anlattı. Göl perisi de büyük bir zevkle kabul etti ve göl insanları ile bağlantıya geçti. Sonra nilüfer perisine dönüp o gitmeden önce gölde olacaklarını söyledi. Nilüfer perisi teşekkür ederek oradan ayrıldı.
Nilüfer perisi göle döndüğünde artık güneş batmak üzereydi, göl güneşin son ışıklarıyla rengarenk olmuştu. Muhteşem bir görüntüydü . Göl orkestrası bu sefer hüzünlü bir melodi çalıyordu. Çünkü nilüfer perisi birazdan geldiği nilüfere dönüp, uykuya dalacaktı. Tekrar uyandığında artık orada olmayacaktı.
Nilüfer perisinin iyice uykusu gelmişti. Göl sakinleri ağlamamak için kendilerini zor tutuyorlardı. O sırada göl insanları güzel sesleriyle şarkılar söyleyerek geldiler. Birden hüzün kayboldu. Ortalık yeniden canlandı. Nilüfer perisi bile el çırpıyor, dans ediyor, bu neşeli müziğe eşlik ediyordu.
Müziğin sonunda nilüfer perisi yavaşça doğduğu nilüfere döndü. Bütün göl halkını, orman halkını, göl insanlarını selamladı. Dilerim yine görüşebiliriz dedi ve nilüferin içinde kıvrılıp, nilüferin onu yumuşakça örtmesini istedi.
Bütün canlılar nilüfer perisinin aralarından ayrılmasından dolayı çok üzgündü. Ama o, onlara göl insanlarını hediye etmişti. Onlara mutluluk vermişti, içtenlikle ona teşekkür ettiler. Nilüfer perisinin de istediği gibi şarkı ve dansa devam ettiler.
Nilüfer perisi, minicik , güneşin ilk ışıltıları kadar mutlu, bir bebek kadar masum, kar tanesi kadar kırılgan, bir periydi. Nilüfer perisi çok şanslıydı çünkü o pırıl pırıl bir gölde dünyaya gelmişti.
Nilüfer perisi çok mutluydu. Onun için yepyeni bir serüven başlamıştı. Daha gözlerini açıp etrafı seyrederken, bu seferki hayatında çok şanslı olduğunu düşündü. Burası etrafı çam ormanlarıyla kaplı bir göldü.
Ormanı seyre dalmışken, güzel bir müzik dikkatini çekti. Sanki ormanın oluşumuyla beraber doğmuştu bu müzik. Etrafına baktı. Önce kurbağalar çıktı müzisyenlerden; sonra zilleriyle çekirgeler, kemanlarıyla ağustos böcekleri… balıklar dans ederek müziğe eşlik ediyorlardı. Orkestra çok genişti.Tüm göl bu müziğe eşlik ediyordu. Nilüfer perisi buna inanamadı. Daha önceki hayatlarında nice mutlu göller, mutsuz göller, ışıltılı, bol balıklı, özel kokulu göller gördüyse de bu göl diğerlerinden çok farklıydı.
Gülümseyerek müziğin tadını çıkardı. Sonra müzisyenleri incelemeye başladı. Yüzleri nasıl da mutlulukla ışıl ışıl parlıyordu. Tek tek hepsini inceliyordu, ki unutmasın, bu görüntü bundan sonra da yaşayacağı hayatlarda ona mutluluk versin. Ağustos böceğine gelince orada kalıverdi. İkisinin de gözleri birbirine kenetlenmişti, sanki o anda tüm dünya durmuş sadece müzik ve ormanın büyülü kokusu kalmıştı. Ama bu arada, onlar farketmeseler de, önce müziğin ve dansın ritmi bozuldu, sonra da sustu.
En son aşıklar anladılar müziğin durduğunu. Herkes onlara bakıyordu. Nilüfer perisi kendini tutamadı, bir kahkaha attı. Müzik ve dans yeniden başladı. Müziğin sonunda çok acıkmışlardı. Sofralar kuruldu. Ağustos böceği ve nilüfer perisi beraber oturdular. Konuşmaya başladılar. Aslında, ne söylediklerini kendileri bile bilmiyorlardı, konuşan daha çok gözleriydi.
Yemekten sonra bütün göl hayvanları dinlenmeye gitti. Sadece ağustos böceği ve nilüfer perisi kaldı. Göl birden sakinleşmiş, durgun bir hal almıştı. Hafif bir meltem esiyordu. Bir süre bu sessizliği dinleyip beraber olmanın mutluluğunu yaşadılar. Sessizliği ağustos böceği bozdu.
“Nilüfer perisi kanatların yeterince olgunlaştı. Artık uçabilirsin. Ormanı tanımak ister misin?” dedi.
Nilüfer perisi bu teklifi sevinçle kabul etti. Uçarak ormana ulaştılar. Orman nasıl da hoş kokuyordu. Rengarenk çiçekler kaplamıştı tüm ormanı. Ağaçlar çok büyüktü. Gördükleri bütün hayvanlar gülümsüyordu. Küçücük bir yavru sincap, nilüfer perisini görünce çok mutlu oldu. Ellerini sevinçle çırpmaya başladı. Bir yandan da annesini çekiştiriyordu.
“Anne bak bak o kim?” diye sordu.
Nilüfer perisi yavaşça minik sincabın yanına geldi. “Merhaba ben nilüfer perisiyim” dedi. Yavru sincap gözlerini kocaman kocaman açmış hiç sesini çıkarmadan nilüfer perisine bakıyordu. Anne sincap nilüfer perisini ve ağustos böceğini selamladı. Onlara en güzel yemeklerini ikram etti. Sonra “gelin” dedi, “ben gezdireyim ormanımızı; önce baykuş ailesiyle tanıştıracağım sizi.”
Gerçekten de anne sincap, başta baykuş ailesi olmak üzere, bütün orman sakinleri ile tanıştırdı nilüfer perisini. Bu oldukça yorucu olmuştu. En son kaplumbağa ailesiyle tanıştılar. Kaplumbağalar da onlara serin şerbetler ikram ettiler. Nilüfer perisi bu geziden hoşnuttu ama sanki herkes birşeyler saklıyordu. Bu rahatsızlık verici durumdu ki, nilüfer perisini en çok üzen ağustos böceği bile bu sırra dahildi. Herkes çok mutlu görünmesine rağmen gözlerde saklanamayan bir hüzün vardı.
Orman halkının bilmediği bir şey vardı, nilüfer perileri istedikleri zaman düşünceleri okuyabiliyorlar ve hayalleri görebiliyorlardı. Nilüfer perisi teker teker düşünceleri okumaya başladı. Gizledikleri şey bir bataklıktı. Ama bataklıkta neyi gizlediklerini anlayamıyordu çünkü bu ormanda bataklık olması gizlenecek bir şey değildi. Hatta orayı uçarken bile görmüşlerdi. Kaplumbağa ailesine sordu; “Ben henüz bataklığı görmedim, orayı bana göstermeyecek misiniz?”
Herkes şaşkınlıka birbirine baktı. İlk konuşan ağustos böceği oldu. “Evet, nilüfer perisine hâlâ bataklığı göstermedik, haydi bataklığa gidelim” dedi. Herkes biraz ürpererek baktı birbirine, isteksizce “tamam” dediler.
Bataklık hiç de uzak değildi. Nilüfer perisi için birazcık ilerdeydi. Ama orman halkı birbirlerine yardım ederek bile olsa çok yavaş ilerliyorlardı. Sonunda ulaştılar bataklığa, bataklıkta onları üstü başı kir içinde bataklık cini karşıladı. Bu durumdan cin çok mutlu olmuştu, ama orman halkı hiç mutlu gibi görünmüyordu. O şirin hayvanların yerini, asık suratlı bir topluluk almıştı. Hepsi aksi ve küçümser bakışlarla bakıyorlardı bataklık cinine.
Ama bataklık cini, onları gördüğü için o kadar mutlu olmuştu ki, nilüfer perisini bile gözleri görmüyordu. Durmaksızın çığlıklar atıyor bir oraya bir buraya zıplıyordu. O zıpladıkça etrafa çamurlar sıçrıyor, çamurlar sıçradıkça bataklık cini daha da çok kahkaha atıyordu. Nilüfer perisi bataklık cinini çok sevmişti. O da hemen onunla beraber çamurlarda zıplayıp hoplamaya başladı. İkisi beraber çok eğleniyorlardı. Orman sakinleri, gözlerini kocaman kocaman açmış nilüfer perisine bakıyorlardı. Fısıltılar başladı hemen, kimi nilüfer perisinin asla temizlenemeyeceğini, artık hep böyle pis kalacağını, kimi de onun ruhunu şeytanın çaldığını söylüyordu.
Nilüfer perisi bunların hepsini anladı. Demek onun için bataklığa gelmiyorlardı. Üstelik bataklık cininden de korkuyorlardı. Bataklık ciniyle kimse görmeden konuştu. Sonra da çok yorulduğunu ve çok acıktığını söyledi. “Hadi yemek yiyelim” dedi orman halkına. Kimseden ses çıkmadı. Ağustos böceği “hadi bakalım” dedi. “Geri dönüyoruz. Yemek yiyeceğiz.”
Baykuş arka çıktı hemen , “Önden kuşlar gitsin, hazırlıklara başlasınlar.” Önce isteksiz olanlar bile hazırlıklar başlayınca neşelendiler. Onlar sofrayı hazırlaya dursun, nilüfer perisi ve bataklık cini de göle gitmiş yıkanıyorlardı. Nilüfer perisi, iyice temizlenmesi için bataklık cinine yardım etti. Üstünden o çamurlar gidince, ortaya çok şirin bir cin çıktı. Temizlendikten sonra, şölene katılmak için, birlikte yola çıktılar. Oraya vardıklarında, baykuş dışında kimse bataklık cinini tanımamıştı. Baykuş hemen onların yanına yaklaştı ve onları onur konuğu masasına oturttu. Sonra da misafirlere bataklık cinini tanıttı. Bataklık cininin onur konuğu masasına oturmasıyla beraber şölen başladı.
Şölen başlamıştı ama misafirler hâlâ büyük bir şaşkınlık içindeydiler. Kimse bataklık cininden gözlerini alamıyordu. Bugüne kadar korktukları bu minicik, şirin yaratık mıydı? Bataklık cini büyüklere göre hâlâ çirkindi, ama çocuklara göre çok şirindi. Çocuklar hemen onun yanına geçtiler. Bütün yemek boyunca gülmeleri hiç kesilmedi. Bataklık cini gülmeyi, eğlenmeyi seviyordu ve onun bulunduğu ortam mutlaka neşeli olurdu. Yemeğin sonunda herkes neşe içinde masadan ayrıldı.
Artık bataklık cininden korkmuyorlardı. Hatta onu sevmeye bile başlamışlardı. Artık bataklık korkulması gereken bir yer olmaktan çıkmıştı. Şölenin sonunda bataklık cini hem nilüfer perisine, hem baykuşa, hem de ağustos böceğine teşekkür etti. Mutlulukla bataklığına döndü.
Nilüfer perisi ve ağustos böceği göle doğru yola çıktılar. Ama ikisi de biraz yalnız kalmak istiyorlardı. Bir süre birlikte kaldılar. Nilüfer perisi gitmeden önce onlara bir armağan vermek istiyordu. Ağustos böceğinin aklından geçenleri okudu. O nilüfer perisinin hiç gitmemesini, hep beraber olmalarını istiyordu. Bu imkansızdı, nilüfer perileri sadece bir gün yaşardı.
Artık akşam oluyordu. Gitme vaktine az kalmıştı. Birden aklına geldi. Bu gölde hiç göl insanı görmemişti. Halbuki neredeyse tüm göllerde göl insanları olur; hem güzel sesleri, hem sorunlara hemen çözüm bulmalarıyla tüm göl halkının sevgisini kazanırlardı. Onlara göl insanlarını armağan etmeliydi. Nilüfer perisinin bir an önce göl perisini bulması gerekiyordu. Sadece göl perisi göl insanlarını çağırabilirdi. Ağustos böceğine çok acil göl perisini bulması gerektiğini söyledi ve hızla oradan ayrıldı.
Nilüfer perisinin, göl perisini bulması zor olmadı. Ona isteğini anlattı. Göl perisi de büyük bir zevkle kabul etti ve göl insanları ile bağlantıya geçti. Sonra nilüfer perisine dönüp o gitmeden önce gölde olacaklarını söyledi. Nilüfer perisi teşekkür ederek oradan ayrıldı.
Nilüfer perisi göle döndüğünde artık güneş batmak üzereydi, göl güneşin son ışıklarıyla rengarenk olmuştu. Muhteşem bir görüntüydü . Göl orkestrası bu sefer hüzünlü bir melodi çalıyordu. Çünkü nilüfer perisi birazdan geldiği nilüfere dönüp, uykuya dalacaktı. Tekrar uyandığında artık orada olmayacaktı.
Nilüfer perisinin iyice uykusu gelmişti. Göl sakinleri ağlamamak için kendilerini zor tutuyorlardı. O sırada göl insanları güzel sesleriyle şarkılar söyleyerek geldiler. Birden hüzün kayboldu. Ortalık yeniden canlandı. Nilüfer perisi bile el çırpıyor, dans ediyor, bu neşeli müziğe eşlik ediyordu.
Müziğin sonunda nilüfer perisi yavaşça doğduğu nilüfere döndü. Bütün göl halkını, orman halkını, göl insanlarını selamladı. Dilerim yine görüşebiliriz dedi ve nilüferin içinde kıvrılıp, nilüferin onu yumuşakça örtmesini istedi.
Bütün canlılar nilüfer perisinin aralarından ayrılmasından dolayı çok üzgündü. Ama o, onlara göl insanlarını hediye etmişti. Onlara mutluluk vermişti, içtenlikle ona teşekkür ettiler. Nilüfer perisinin de istediği gibi şarkı ve dansa devam ettiler.
Lolita
Saraydaki çamaşırhanede çalışan çamaşırcı kadının genç ve güzel bir kızı vardı. Bu kızın adı Lolita idi. Lolita annesinin yanında çalışıyor, günlerini çamaşır yıkamakla geçiriyordu. Boş zamanlarında çamaşırhanenin penceresinden sarayın bahçesini seyreden Lolita, kralın kızları olan üç prensesi ve kralın oğlu prensi bahçede gördüğünde, onlara hayranlık dolu bakışlarla bakmaktan kendini alamıyordu. Prensesler ne kadar güzel elbiseler giyiyorlardı. Her gün bir başka elbise ve her elbisenin modeli değişik. Prensin ise, yakışıklılıkta üstüne yoktu. Lolita da bir prenses olmayı istiyordu, ama her an bunu düşünmesine karşın şimdiye kadar kendisini bir prenses olarak görmek rüyasında bile mümkün olmamıştı.
Komşu ülkelerden birinin genç kralı,bu ülkeye yaptığı bir ziyaret sırasında onuruna düzenlenen ziyafette görüp beğendiği ve dans ettiği en büyük prensese, kendisiyle evlenmek istediğini söyleyince prenses, bu teklifi reddedemeyeceğini bildirdi ve babasıyla durumu görüşmesini rica etti. Bu görüşme olumlu sonuçlanınca sarayda yapılan nişan töreninde iki gencin nişan yüzükleri takıldı ve genç kral ülkesine geri döndü. Aradan bir ay geçmeden prensesin nişan yüzüğünü kaybettiği haberi duyuldu. Sarayda bulunanlar aradılar taradılar, köşe bucağa baktılar, çıktılar, sarayın bahçesini didik didik ettiler, fakat ne çare, günlerce süren bu arayış bir türlü sonuçlanamıyor, nişan yüzüğü bir türlü bulunamıyordu. Nişan yüzüğü sır olup uçmuştu sanki.
Nişan yüzüğünün kaybolduğu gün prenses için her günkü gibi olağan bir gündü. Sabah erkenden kalkmış, iki kız kardeşiyle birlikte saray bahçesinde gezinti yapmış, daha sonra bir banyo almış ve sabah kahvaltısı için yemek salonuna geçmişti. İşte prenses bu kahvaltı sırasında nişan yüzüğünün parmağında olmadığını fark etmişti. Acaba nişan yüzüğü elbisesinin ceplerinde olabilir miydi? Olabilirdi. Etrafındakilere hissettirmeden sağ ve sol cebini kontrol eden prenses nişan yüzüğünün ceplerinde olmadığını görünce telaşa kapılmamış ve herhalde yüzüğü odamda unuttum diye düşünerek kahvaltının sona ermesini beklemişti. Kahvaltıdan sonra acele olarak odasına çıkan prenses çok aramasına karşın, yüzüğü bulamayınca durumu kabul etmek zorunda kalmış ve krala giderek yüzüğün kaybolduğunu söylemişti.
Çamaşırcı kız Lolita aradan günler geçmesine karşın yüzüğün bulunamamasına üzülüyordu. Her geçen gün üzüntüsü biraz daha artıyordu, çünkü düğün günü giderek yaklaşıyordu. Güzel prensesin nişanlısı genç kral geldiğinde müstakbel eşinin parmağında nişan yüzüğünün olmadığını görünce ne olacaktı? Ya bir de genç kral bunu hakaret olarak kabul eder de evlenmekten vazgeçerse…koca bir ülkenin itibarı on paralık olmaz mıydı? “ Ah, keşke yüzük bulunuverse de iki genç evlenip mesut olsalar “ diye düşündü Lolita. “ Sarayda yapılacak düğüne katılmak benim hayallerimin bile ötesinde ama sevgili prensesi düğünün ertesi günü saray bahçesinden geçerken gelinliğiyle bir defa görürüm ya bu da bana yeter. “
Bir gün Lolita çamaşırhanedeki odasında saraydan gelen elbiseler arasından kendisine uygun bir elbise seçmekle meşguldü. Seçeceği elbisenin bazı yerlerini söküp, bazı yerlerinde değişiklikler yaparak giyebileceği biçimde tekrar dikecekti. Prenseslerin bir gün giyip bir daha giymedikleri yepyeni elbiseleri gözden geçirirken, elbiselerden birinin astarı içinde küçük, yuvarlak bir cisim eline temas etti. Lolita hemen elbisenin astarını söktü. Astardan çıkan şeye dikkatlice baktığında bunun bir yüzük olduğunu gördü. Acaba bu prensesin kayıp yüzüğü olabilir miydi? Tabii ya neden olmasındı; prenses yüzüğü kaybettiği gün belki on defa üstündeki bu beyaz elbiseyle sarayın bahçesine çıkıp yüzüğü aramıştı. Elbisenin bir cebi delikti zaten. Lolita sevinç içinde odasından çıktı ve hızlı adımlarla saraya doğru yürüdü.
Nişan yüzüğünün bulunmasıyla birlikte herkesin yüzü gülmeye başladı. En çok yüzü gülenlerden biri olan Lolita, kralın düğüne katılabileceğini söylemesi üzerine tarifsiz bir heyecana kapıldı ve çok mutlu oldu. Sarayda yapılan düğün törenine özel olarak hazırlanmış elbiseyle katılan Lolita güzelliğiyle göz kamaştırıyordu. Prens Lolita’nın yanından ayrılmıyor, onu dansa kaldırıyor, övgü dolu sözler söylüyordu. Davetliler ise prens ile Lolita’nın birbirlerine çok yakıştıklarını konuşuyorlardı. Ertesi gün genç kral eşi ile birlikte ülkesine gittikten sonra, davetliler de birer ikişer ülkelerine geri döndüler. Tabii ki Lolita da çamaşırhaneye geri döndü. Aradan birkaç ay geçmişti ki annesi Lolita’nın yanına gelerek saray bahçıvanının onu oğluna istediğini söyledi. Lolita annesi ile bir süre konuştuktan sonra bahçıvanın oğluyla evlenmeye razı oldu. Lolita ile bahçıvanın oğlu çamaşırhanede yapılan mütevazi bir düğünle evlendiler ve mutlu da oldular.
Komşu ülkelerden birinin genç kralı,bu ülkeye yaptığı bir ziyaret sırasında onuruna düzenlenen ziyafette görüp beğendiği ve dans ettiği en büyük prensese, kendisiyle evlenmek istediğini söyleyince prenses, bu teklifi reddedemeyeceğini bildirdi ve babasıyla durumu görüşmesini rica etti. Bu görüşme olumlu sonuçlanınca sarayda yapılan nişan töreninde iki gencin nişan yüzükleri takıldı ve genç kral ülkesine geri döndü. Aradan bir ay geçmeden prensesin nişan yüzüğünü kaybettiği haberi duyuldu. Sarayda bulunanlar aradılar taradılar, köşe bucağa baktılar, çıktılar, sarayın bahçesini didik didik ettiler, fakat ne çare, günlerce süren bu arayış bir türlü sonuçlanamıyor, nişan yüzüğü bir türlü bulunamıyordu. Nişan yüzüğü sır olup uçmuştu sanki.
Nişan yüzüğünün kaybolduğu gün prenses için her günkü gibi olağan bir gündü. Sabah erkenden kalkmış, iki kız kardeşiyle birlikte saray bahçesinde gezinti yapmış, daha sonra bir banyo almış ve sabah kahvaltısı için yemek salonuna geçmişti. İşte prenses bu kahvaltı sırasında nişan yüzüğünün parmağında olmadığını fark etmişti. Acaba nişan yüzüğü elbisesinin ceplerinde olabilir miydi? Olabilirdi. Etrafındakilere hissettirmeden sağ ve sol cebini kontrol eden prenses nişan yüzüğünün ceplerinde olmadığını görünce telaşa kapılmamış ve herhalde yüzüğü odamda unuttum diye düşünerek kahvaltının sona ermesini beklemişti. Kahvaltıdan sonra acele olarak odasına çıkan prenses çok aramasına karşın, yüzüğü bulamayınca durumu kabul etmek zorunda kalmış ve krala giderek yüzüğün kaybolduğunu söylemişti.
Çamaşırcı kız Lolita aradan günler geçmesine karşın yüzüğün bulunamamasına üzülüyordu. Her geçen gün üzüntüsü biraz daha artıyordu, çünkü düğün günü giderek yaklaşıyordu. Güzel prensesin nişanlısı genç kral geldiğinde müstakbel eşinin parmağında nişan yüzüğünün olmadığını görünce ne olacaktı? Ya bir de genç kral bunu hakaret olarak kabul eder de evlenmekten vazgeçerse…koca bir ülkenin itibarı on paralık olmaz mıydı? “ Ah, keşke yüzük bulunuverse de iki genç evlenip mesut olsalar “ diye düşündü Lolita. “ Sarayda yapılacak düğüne katılmak benim hayallerimin bile ötesinde ama sevgili prensesi düğünün ertesi günü saray bahçesinden geçerken gelinliğiyle bir defa görürüm ya bu da bana yeter. “
Bir gün Lolita çamaşırhanedeki odasında saraydan gelen elbiseler arasından kendisine uygun bir elbise seçmekle meşguldü. Seçeceği elbisenin bazı yerlerini söküp, bazı yerlerinde değişiklikler yaparak giyebileceği biçimde tekrar dikecekti. Prenseslerin bir gün giyip bir daha giymedikleri yepyeni elbiseleri gözden geçirirken, elbiselerden birinin astarı içinde küçük, yuvarlak bir cisim eline temas etti. Lolita hemen elbisenin astarını söktü. Astardan çıkan şeye dikkatlice baktığında bunun bir yüzük olduğunu gördü. Acaba bu prensesin kayıp yüzüğü olabilir miydi? Tabii ya neden olmasındı; prenses yüzüğü kaybettiği gün belki on defa üstündeki bu beyaz elbiseyle sarayın bahçesine çıkıp yüzüğü aramıştı. Elbisenin bir cebi delikti zaten. Lolita sevinç içinde odasından çıktı ve hızlı adımlarla saraya doğru yürüdü.
Nişan yüzüğünün bulunmasıyla birlikte herkesin yüzü gülmeye başladı. En çok yüzü gülenlerden biri olan Lolita, kralın düğüne katılabileceğini söylemesi üzerine tarifsiz bir heyecana kapıldı ve çok mutlu oldu. Sarayda yapılan düğün törenine özel olarak hazırlanmış elbiseyle katılan Lolita güzelliğiyle göz kamaştırıyordu. Prens Lolita’nın yanından ayrılmıyor, onu dansa kaldırıyor, övgü dolu sözler söylüyordu. Davetliler ise prens ile Lolita’nın birbirlerine çok yakıştıklarını konuşuyorlardı. Ertesi gün genç kral eşi ile birlikte ülkesine gittikten sonra, davetliler de birer ikişer ülkelerine geri döndüler. Tabii ki Lolita da çamaşırhaneye geri döndü. Aradan birkaç ay geçmişti ki annesi Lolita’nın yanına gelerek saray bahçıvanının onu oğluna istediğini söyledi. Lolita annesi ile bir süre konuştuktan sonra bahçıvanın oğluyla evlenmeye razı oldu. Lolita ile bahçıvanın oğlu çamaşırhanede yapılan mütevazi bir düğünle evlendiler ve mutlu da oldular.
ÜÇ ARKADAŞIN HAZİNESİ
Bugün seni özledim sevgili aynacık. Hemen akşam olsun istedim. Çünkü benim için hazırladığın güzel masalları özlemiştim. Çağırdım çağırdım, gelmedin. Şöyler misin, masallar hep gece olunca mı okunmalı?
Ve aynacık ay gökyüzüne çıkar-çıkmaz, soluğu padişah kızı’nın yanında almış. Masalı anlatmaya başlamadan önce ona şunları söylemiş: Masallar gecenin karanlığında yaşar. Hem uyumadan önce anlatılsın ki güzel rüyalar göresin. Haydi şimdi dinlemeye başla…
Baratis adındaki bir ülkede kış mevsimi çok uzun geçermiş. Öyle soğuk olurmuş ki; ilkbahar hiç gelmeyecek sanılırmış. Artık insanlar soğuk gecelerden sıkılırlarmış. Dua ederlermiş. Sıcak günlerin gelmesini isterlermiş.
Bahar gelir-gelmez de insanlar kendilerini sokağa atarlarmuş. Kırlarda gezintiye çıkarlar, çiçek toplarlarmış. Çocuklar bütün kış boyunca dışarıda oynauamadıkları oyunların tadını doya doya çıkarırlarmış.
Kışın donan nehirler, gürül gürül aköaya başlarmış. Boyunlarını büken ağaçlar gökyüzüne doğru uzanırlarmış. Yani ilkbahar tüm güzelliğiyle gelirmiş insanların arasına.
İşte bu ülkede uzun kış mevsiminin ardından bu güzel baharlardan birisi çıkagelmiş. Çoluk-çocuk insanlar kendilerini sokaklara atmışlar. Bu insanlar arasında üç tane can-ciğer arkadaş varmış. Bunlar da tabîatın tadını çıkarmak için yemyeşil dağlara tırmanmaya başlamışlar. Konuşa konuşa yürüyorlar, ağır ağır ormanın derinliklerine dalıyorlarmış.
Bir süre sonra yorgunluk hisseden bu üç arkadaş kocaman bir çam ağacının gölgesine oturmuşlar. Az ileride usulca akan bir derenin şırıltısını duyuyorlarmış. Bahar yeli yaprakları hafif hafif sarsıyormuş.
Bu üç arkadaş sohbet ederken, birisinin eline çiviye benzer bir şey batmış. Elini kanatan şeyi merak eden adam toprağı sıvazlarken birden demir bir kapak yerinden oynamış İyice meraklanan adam kapağın altında ne olduğunu öğrenmek istemiş ve kapağı kaldırmış. Bir de ne görsünler, içeriye doğru uzanan karanlık mı karanlık daracık bir yol çıkmış ortaya. Önce ürkmüşler karanlıktan. İçeri girmekten çekinmilşer. Fakat bir cesaret gelivermiş üzerlerine başlamışlar yürümeye.
Yirmi adım ancak yürümüşler, birden jarşılarına üç adam boyunda bir kapı çıkmış. Korkarak itmişler kapıyı. Bu kapı, büyük bir odaya açılıyormuş. Üç arkadaş hayretler içinde kalmışlar. Sanki odanın içinde güneşten bir parça varmış. Parıl parıl parlıyormuş oda. Çil çil altınlar, küme küme duruyorlarmış yerlerde. Yakutlar, elmaslar, inciler…
Çılgına dönen adamlar öücevherlerin içine atmışlar kendilerini. “Zengin olduk, zengin olduk” diye bağırıyorlarmış. Bir süre sonra yorulmuşlar ve bir köşeye oturmuşlar. Birisi;
--- Bu mücevherleri nasıl taşıyacağız, diye sormuş.
Diğeri ibir fikir atmış ortaya:
--- Ben şehre gideyim. Siz burada bekleyin. Atları alıp hemen dönerim. Sonra da hep beraber yola koyuluruz.
Bu fikir kabul edilmiş. İkisi beklemeye başlamışlar, üçüncüsü şehre doğru yola çıkmış. Giderken aklına öyle kötü düşünceler girmiş ki; arkadaşlarını öldürmeye karar vermiş. Şöyle düşünmüş:
--- Neden o kadar parayı üçe böleyim ki? Paranın tamamı benim olabilir.
Bu düşünceden bir türlü vazgeçemiyormuş. Eve varınca karısına;
--- Artık çok zengin olacağız, demiş. Hemen tencereler dolusu yemek hazırla. Arkadaşlarım acıkmıştır. Onlara götüreceğim. Ben çarşıya gidiyorum, almam gerekenler var.
Adam evden çıkmış, tanıdığı ne kadar kişi varsa bir bir ziyaret etmiş. Atlarını bir süre için ödünç almış. Eve dönerken kuvvetli bir zehir satın almayı da unutmamış. Heyecanla eve gelmiş, karısının yemekleri hazırladığını görünce daha bir heyecan kaplamış yüreğini.
Karısı görmeden cebindeki zehiri çıkarmış, yemeklere koyup bir güzel karıştırmış. Daha fazla zaman kaybetmeden yemekleri yanına almış ve atlarla yola çıkmış. Giderken de düşüncelere dalmış:
--- Şimdi arkadaşlarım ne çok meraklanmışlardır. Pek de acıkmışlardır. Kimbilir nasıl da yiyecekler bu lezzetli yemekleri. Ben de onları seyredeceğim. Yaşasın hazinenin tamamı benim olacak. İkisini de öldüreceğim.
Fakat hazinenin yanında kalan iki arkadaşı da boş durmamışlar. Onların da akıllarında kötü düşünceler gezinmekteymiş. Aralarında şöyle konuşmuşlar:
--- Gelir-gelmez onu öldürmeliyiz. Neden hazineyi üçe bölelim ki? İkiye böleriz daha çok paramız olur.
Heyecanla bekliyorlarmış. Biri kapının sağ köşesine, diğeri kapının sol köşesine yerleşmiş. Saatler geçmiş aradan ve nihayet atların nal seslerini duymuşlar. Adam da arkadaşlarına seslene seslene geliyormuş:
--- Ben geldim. Güzel güzel yemekler getirdim size.
İçeriden sevinç çığlıkları yükselmiş, fakat yerlerinden kımışdamamışlar:
--- Hoşgeldin, sevgili dostumuz. Gözümüz yollarda kaldı. Nerelerdeydin? Bizi merakta bırakman hiç doğru değil.
Adam yavaş yavaş odaya doğru yürümüş. Tam kapının ağzına gelmiş ki; ikisi birden adamın üzerine atlamışlar. Bir çırpıda öldürüvermişler arkadaşlarını. Hiç de üzülmemişler bunu yaptıkları için. Güle-oynaya yemekleri önlerine çekmişler. Başlamışlar afiyetle yemeye. Fakat pek kısa bir aradan sonra zehir etkisini göstermiş. İkisi de ne olduğunu anlayamadan son nefeslerini vermişler.
Böylece hazineye üçü de sahib olamamış. Açgözlülükleri yüzünden hazinenin tamamını kaybetmişler. Paylaşmanın ne kadar güzel, insanları sevmenin ne kadar yüce bir duygu olduğunu hiçbir zaman öğrenemedikleri için canlarından olmuşlar. Bu hayatta paradan güzel öyle çok şey var ki…
Ve aynacık ay gökyüzüne çıkar-çıkmaz, soluğu padişah kızı’nın yanında almış. Masalı anlatmaya başlamadan önce ona şunları söylemiş: Masallar gecenin karanlığında yaşar. Hem uyumadan önce anlatılsın ki güzel rüyalar göresin. Haydi şimdi dinlemeye başla…
Baratis adındaki bir ülkede kış mevsimi çok uzun geçermiş. Öyle soğuk olurmuş ki; ilkbahar hiç gelmeyecek sanılırmış. Artık insanlar soğuk gecelerden sıkılırlarmış. Dua ederlermiş. Sıcak günlerin gelmesini isterlermiş.
Bahar gelir-gelmez de insanlar kendilerini sokağa atarlarmuş. Kırlarda gezintiye çıkarlar, çiçek toplarlarmış. Çocuklar bütün kış boyunca dışarıda oynauamadıkları oyunların tadını doya doya çıkarırlarmış.
Kışın donan nehirler, gürül gürül aköaya başlarmış. Boyunlarını büken ağaçlar gökyüzüne doğru uzanırlarmış. Yani ilkbahar tüm güzelliğiyle gelirmiş insanların arasına.
İşte bu ülkede uzun kış mevsiminin ardından bu güzel baharlardan birisi çıkagelmiş. Çoluk-çocuk insanlar kendilerini sokaklara atmışlar. Bu insanlar arasında üç tane can-ciğer arkadaş varmış. Bunlar da tabîatın tadını çıkarmak için yemyeşil dağlara tırmanmaya başlamışlar. Konuşa konuşa yürüyorlar, ağır ağır ormanın derinliklerine dalıyorlarmış.
Bir süre sonra yorgunluk hisseden bu üç arkadaş kocaman bir çam ağacının gölgesine oturmuşlar. Az ileride usulca akan bir derenin şırıltısını duyuyorlarmış. Bahar yeli yaprakları hafif hafif sarsıyormuş.
Bu üç arkadaş sohbet ederken, birisinin eline çiviye benzer bir şey batmış. Elini kanatan şeyi merak eden adam toprağı sıvazlarken birden demir bir kapak yerinden oynamış İyice meraklanan adam kapağın altında ne olduğunu öğrenmek istemiş ve kapağı kaldırmış. Bir de ne görsünler, içeriye doğru uzanan karanlık mı karanlık daracık bir yol çıkmış ortaya. Önce ürkmüşler karanlıktan. İçeri girmekten çekinmilşer. Fakat bir cesaret gelivermiş üzerlerine başlamışlar yürümeye.
Yirmi adım ancak yürümüşler, birden jarşılarına üç adam boyunda bir kapı çıkmış. Korkarak itmişler kapıyı. Bu kapı, büyük bir odaya açılıyormuş. Üç arkadaş hayretler içinde kalmışlar. Sanki odanın içinde güneşten bir parça varmış. Parıl parıl parlıyormuş oda. Çil çil altınlar, küme küme duruyorlarmış yerlerde. Yakutlar, elmaslar, inciler…
Çılgına dönen adamlar öücevherlerin içine atmışlar kendilerini. “Zengin olduk, zengin olduk” diye bağırıyorlarmış. Bir süre sonra yorulmuşlar ve bir köşeye oturmuşlar. Birisi;
--- Bu mücevherleri nasıl taşıyacağız, diye sormuş.
Diğeri ibir fikir atmış ortaya:
--- Ben şehre gideyim. Siz burada bekleyin. Atları alıp hemen dönerim. Sonra da hep beraber yola koyuluruz.
Bu fikir kabul edilmiş. İkisi beklemeye başlamışlar, üçüncüsü şehre doğru yola çıkmış. Giderken aklına öyle kötü düşünceler girmiş ki; arkadaşlarını öldürmeye karar vermiş. Şöyle düşünmüş:
--- Neden o kadar parayı üçe böleyim ki? Paranın tamamı benim olabilir.
Bu düşünceden bir türlü vazgeçemiyormuş. Eve varınca karısına;
--- Artık çok zengin olacağız, demiş. Hemen tencereler dolusu yemek hazırla. Arkadaşlarım acıkmıştır. Onlara götüreceğim. Ben çarşıya gidiyorum, almam gerekenler var.
Adam evden çıkmış, tanıdığı ne kadar kişi varsa bir bir ziyaret etmiş. Atlarını bir süre için ödünç almış. Eve dönerken kuvvetli bir zehir satın almayı da unutmamış. Heyecanla eve gelmiş, karısının yemekleri hazırladığını görünce daha bir heyecan kaplamış yüreğini.
Karısı görmeden cebindeki zehiri çıkarmış, yemeklere koyup bir güzel karıştırmış. Daha fazla zaman kaybetmeden yemekleri yanına almış ve atlarla yola çıkmış. Giderken de düşüncelere dalmış:
--- Şimdi arkadaşlarım ne çok meraklanmışlardır. Pek de acıkmışlardır. Kimbilir nasıl da yiyecekler bu lezzetli yemekleri. Ben de onları seyredeceğim. Yaşasın hazinenin tamamı benim olacak. İkisini de öldüreceğim.
Fakat hazinenin yanında kalan iki arkadaşı da boş durmamışlar. Onların da akıllarında kötü düşünceler gezinmekteymiş. Aralarında şöyle konuşmuşlar:
--- Gelir-gelmez onu öldürmeliyiz. Neden hazineyi üçe bölelim ki? İkiye böleriz daha çok paramız olur.
Heyecanla bekliyorlarmış. Biri kapının sağ köşesine, diğeri kapının sol köşesine yerleşmiş. Saatler geçmiş aradan ve nihayet atların nal seslerini duymuşlar. Adam da arkadaşlarına seslene seslene geliyormuş:
--- Ben geldim. Güzel güzel yemekler getirdim size.
İçeriden sevinç çığlıkları yükselmiş, fakat yerlerinden kımışdamamışlar:
--- Hoşgeldin, sevgili dostumuz. Gözümüz yollarda kaldı. Nerelerdeydin? Bizi merakta bırakman hiç doğru değil.
Adam yavaş yavaş odaya doğru yürümüş. Tam kapının ağzına gelmiş ki; ikisi birden adamın üzerine atlamışlar. Bir çırpıda öldürüvermişler arkadaşlarını. Hiç de üzülmemişler bunu yaptıkları için. Güle-oynaya yemekleri önlerine çekmişler. Başlamışlar afiyetle yemeye. Fakat pek kısa bir aradan sonra zehir etkisini göstermiş. İkisi de ne olduğunu anlayamadan son nefeslerini vermişler.
Böylece hazineye üçü de sahib olamamış. Açgözlülükleri yüzünden hazinenin tamamını kaybetmişler. Paylaşmanın ne kadar güzel, insanları sevmenin ne kadar yüce bir duygu olduğunu hiçbir zaman öğrenemedikleri için canlarından olmuşlar. Bu hayatta paradan güzel öyle çok şey var ki…
iyi yürekli eşşek
Bir varmış,bir yokmuş.Bol bol süt içenlerin kentinde bir sütçüyle eşeği yaşarmış.Sütçü,çıkarını iyi bilen,çalışkan,gayretli ve kurnaz bir adammış.Sabahları gün ağarmadan uyanır,gider eşeğini uyandırır,neşeli türkülerle onu hazırlarmış :
Güneş şimdi doğmadan
Dostum benim,gel uyan!
Kazanır daima çalışan
Dostum benim,gel uyan!
Uykusunu bir türlü alamayan eşeğin gönlünü almak için çeşitli komiklikler yapar,ona şeker verir,sağrısını sıvazlarmış.Eşek bu ya, eşekliği nerden belli olacak?...İsteksiz isteksiz bir iki anırırmış.Uykusunu dağıtmak için gözlerini ovdukça ovarmış.Ancak karnı bir güzel doyduktan sonra keyfi yerine gelirmiş.O da başlarmış sahibiyle birlikte türkü söylemeye :
Sabah erken kalkmalı
İşimize bakmalı
Öğlen vakti olmadan
Şu sütleri satmalı
Öyle bir gayretlenirmiş ki eşekçik,sütüne yüklenen süt güğümlerinin bile ağırlığını duymaz olurmuş.İki çalışkan arkadaş,horozlar kukkuriku diye bağırmadan,bebekler ınga ınga diye ağlamadan yola çıkarlar,evlere süt dağıtırlarmış.
“Süüüt!...Sütçüüü!”
Eşek de sahibinden geri kalır mı?Başlarmış bağırmaya :
“Ai...Aaaaiii!”
Böylece sahibiyle beraber süt satarmış eşekçik.Akşamlara kadar yorulmak nedir bilmezmiş.Sahibinin cepleri para ile doldukça bir sevinirmiş,bir sevinirmiş ki,anlatamam.Her akşam yatarken ; “Yarın olsa da işe çıksak,sahibimin cepleri yine parayla dolsa!” diye güzel güzel düşünürmüş.Boğaz tokluğuna çalışmaktan,sahibini mutlu kılmaktan başka bir şey akıl etmezmiş zavallıcık.
“Süüüt.Sütçüüü! Haydi,sütçünüz geldi!”
Derken,çalışmalarının karşılığını görmüş sütçü.Zengin olmuş.Adamlar tutmuş. Sütçülüğe çıkmayı bırakmış.Eşek bu duruma üzülmüş.Üzülmüş ama elden ne gelir?Katlanmış çaresiz.Asık suratlı bir adamla satışa çıkarken isteksiz isteksiz yürür,eski günlerini içinden acı acı anarmış.
“Hey gidi günler hey,ne mutluyduk o günlerde!Cepte ağırlığımızca paramız,altın yaldızlı koltuğumuz yoktu ama neşemiz, dostluğumuz vardı.Birbirimize sevgimiz vardı.Gülen yüzümüz vardı.Türkülerimiz vardı.Yarınları bekleyişimiz vardı.Canım,her şeyimiz vardı işte!
Zengin oldukça gülmesini unutan asıl sahibi artık ne kendisini arar,ne de hal hatır sorar olmuş.
Bu vefasızlık iyi yürekli eşeğe pek dokunmuş.Öyle ki,gün geçtikçe sararıp solmaya, zayıflamaya başlamış.İnsan,o sıkıntılı günlerin sadık arkadaşını,dert ortağını,türkü arkadaşını unutur mu?Bir türlü kabullenemiyormuş bunu...
Derken,sıskalıktan kaburgaları birbirine geçer olmuş hayvancığın.O kadar zayıflamış yani.Değil sabahtan akşama kadar dolaşmak, ayağını bile kımıldatamaz olmuş.Dünya hali bu. Hastalık,düşkünlük olmaz mı?
Ama asık suratlı adam aman zaman dinleyecek soyundan değilmiş.Eşek kırılıp döküldükçe,acıma dilendikçe basarmış tekmeyi,sen misin tembellik eden diye.Üstelik ağır sözler söylermiş :
“Seni ucuz hayvan seni!Demek bütün niyetin sahibini iflas ettirmek.Geber de kurtulalım bari!”
Aman zaman bilmeyene hal anlatmak ne mümkün?..
İki gözü iki çeşme,öksürüp aksırarak,derdini anlatamadan bir köşeye çekilirmiş kara yazgılı hayvan.
Asık suratlı adam dayaklar yetmezmiş gibi tutmuş eşeği sahibine şikayet etmiş.
“Aman efendim,ne uyuz hayvan bu?Üstelik her gün hasta.Naz ediyor ama kime? Böyleleri her zaman zarar verir sahibine.Bana kalırsa,çalışmayana ekmek olmamalı.Satalım, başımızdan atalım,gitsin!”
Parasına para katmaktan başka bir şey düşünmeyen sahibi,eskisi kadar düşünceli,iyi huylu değilmiş.Üstelik bir sinirliymiş,bir sinirliymiş ki,ne söylense bağırır çağırırmış! Adamını dinledikten sonra iri iri açılmış gözleri :
“Ne deme?”demiş. “Benim evimde para kazanmadan yan gelip yatmak,ha?Olmaz öyle şey!İşine gelmiyorsa,defolsun!Biz kimsenin bedava bakıcısı değiliz!”
Zavallı hasta eşek pencerenin altında sahibinin bu sözlerini duyunca yüreğine inecekmiş nerdeyse.
“Yok,vallahi kalmam burda!Bu kadar vefasızlık sığmaz benim mantığıma.”demiş kendi kendine,üzerinden güğümleri atıp ormana doğru kaçmış...
Tanrı bir kapıyı kaparsa bir kapıyı açar elbet.Eşek gözyaşları içinde söylene söylene yürüye dursun,yolda ufacık bir torbayı bile taşıyamayan ihtiyar bir çiftçiye rastlamış.Hani, insanlara bir daha yanaşmayacağına söz vermiş ama,yufka yüreği dayanamamış yine. Kendi hastalığını,halsizliğini unutup seslenmiş :
“Çiftçi baba,çiftçi baba,istersen torbanı yükle sırtıma.Kaldıracak halin yok belli.Sana yardım edebilirim belki.”
Çiftçi o kadar sevinmiş ki,hayvanın boynuna sarılmış,torbayı sırtına atmış.
“Eşek kardeş,belli,seni Tanrı gönderdi...Sağolasın!Ama sen de ne kadar zayıfsın.Üstelik soluyorsun.Titriyorsun.Besbelli, hastasın.Ama yine de ben,senden daha hasta ve dermansızım.”
İki bitkin yolcu konuşa konuşa bir kulübeye gelmişler:ihtiyar sırtından torbayı indirirken eşeğe teşekkür etmiş :
“Buyur” demiş. “Biraz dinlen.Belki gideceğin yol uzundur.”
Eşek üzüntüyle kafasını sallamış :
“Gideceğim yer yok ki!”
“Ya evin barkın?”
“Yok...Yok!”
“Eşin,dostun?”
“Yok dedim ya!”
Başlamış başından geçenleri birer birer anlatmaya.Sözlerini bitirirken,
“Tanrı kimseyi benim gibi düşürmesin”demiş. “Artık bundan sonra bir köşeye çekilip ölümümü bekleyeceğim.”
Kafasını uzun uzun kaşımış sevimli ihtiyarcık :
“Doğrusu sevgili eşek,” demiş. “Hikayen pek acıklı.N'aparsın,dünyanın hali bu!.Sen de fazla duygulusun.Belli.Bir dostun seni terk etti diye bu dünyayı terk etmeye değer mi?Gel, burada kal.Yemeğime ortak ol.Kıt kanaat geçinir gideriz.Üstelik,biz arkadaş değerini biliriz.”
Pek sevinmiş eşekçik.Yüreğine su serpilmiş.Mutlulukla ihtiyarın evine yerleşmiş. Neşeli günler yaşamaya başlamışlar.Günler ayları,aylar yılları kovalamış.
Bir gün kentteki zengin sütçünün varlığını kaybettiği,yorgan döşek hasta düştüğü haberi ortalığa yayılmış.İhtiyar :
“Sana ettiğini buldu!” demiş eşeğe.
Ama eşeğin yüreği acıyla burkulmuş.Sormuş soruşturmuş.Eski sahibine kimsenin bakmadığını,pek zavallı bir durumda son günlerini saydığını öğrenmiş.
“Ne de olsa eski dost,varayım helâllaşayım.Bir yararım dokunur mu sorayım” demiş.
Yola düşmüş.
Ölüm döşeğinde bulmuş eski sahibini.Gitmiş,öpmüş ellerini.
Sahibi önce tanıyamamış.Ama,dikkatli bakınca sevinçle boynuna atılmış :
“Gel,benim eski dostum!” demiş. “Şu zavallı sahibini bağışla.Anladım ki arkadaşlık,
dostluk parayla ölçülmemeli.Doğrusu,sen eşekliğinle iyi ders verdin bana.Yalvarırım,sana yaptıklarım için beni bağışla!” demiş ve ruhunu teslim etmiş.
İnce duygulu eşek,sahibinin başında uzun süre ağlamış.Son görevlerini de yerine getirdikten sonra çiftçinin yanına dönmüş.
İhtiyar çiftçi onu sevgiyle karşılamış ve demiş ki :
“Sevgili dostum,hoş geldin!..Doğrusu soyluluğun gözlerimi yaşartıyor.Başkası olsaydı gitmezdi.Oysa,sen başkalarından çok değişiksin.Böyle hiçbir karşılık beklemeden sevmek ve yardımcı olmak ne güzel!Artık bu güzel huyunu öğrendim ya,malım mülküm,varım yoğum senindir.Var,bildiğin gibi yaşa.Şunu unutma sakın;senin gibi olanlar bir gün mutlaka kavuşur hak ettiğine!”
Güneş şimdi doğmadan
Dostum benim,gel uyan!
Kazanır daima çalışan
Dostum benim,gel uyan!
Uykusunu bir türlü alamayan eşeğin gönlünü almak için çeşitli komiklikler yapar,ona şeker verir,sağrısını sıvazlarmış.Eşek bu ya, eşekliği nerden belli olacak?...İsteksiz isteksiz bir iki anırırmış.Uykusunu dağıtmak için gözlerini ovdukça ovarmış.Ancak karnı bir güzel doyduktan sonra keyfi yerine gelirmiş.O da başlarmış sahibiyle birlikte türkü söylemeye :
Sabah erken kalkmalı
İşimize bakmalı
Öğlen vakti olmadan
Şu sütleri satmalı
Öyle bir gayretlenirmiş ki eşekçik,sütüne yüklenen süt güğümlerinin bile ağırlığını duymaz olurmuş.İki çalışkan arkadaş,horozlar kukkuriku diye bağırmadan,bebekler ınga ınga diye ağlamadan yola çıkarlar,evlere süt dağıtırlarmış.
“Süüüt!...Sütçüüü!”
Eşek de sahibinden geri kalır mı?Başlarmış bağırmaya :
“Ai...Aaaaiii!”
Böylece sahibiyle beraber süt satarmış eşekçik.Akşamlara kadar yorulmak nedir bilmezmiş.Sahibinin cepleri para ile doldukça bir sevinirmiş,bir sevinirmiş ki,anlatamam.Her akşam yatarken ; “Yarın olsa da işe çıksak,sahibimin cepleri yine parayla dolsa!” diye güzel güzel düşünürmüş.Boğaz tokluğuna çalışmaktan,sahibini mutlu kılmaktan başka bir şey akıl etmezmiş zavallıcık.
“Süüüt.Sütçüüü! Haydi,sütçünüz geldi!”
Derken,çalışmalarının karşılığını görmüş sütçü.Zengin olmuş.Adamlar tutmuş. Sütçülüğe çıkmayı bırakmış.Eşek bu duruma üzülmüş.Üzülmüş ama elden ne gelir?Katlanmış çaresiz.Asık suratlı bir adamla satışa çıkarken isteksiz isteksiz yürür,eski günlerini içinden acı acı anarmış.
“Hey gidi günler hey,ne mutluyduk o günlerde!Cepte ağırlığımızca paramız,altın yaldızlı koltuğumuz yoktu ama neşemiz, dostluğumuz vardı.Birbirimize sevgimiz vardı.Gülen yüzümüz vardı.Türkülerimiz vardı.Yarınları bekleyişimiz vardı.Canım,her şeyimiz vardı işte!
Zengin oldukça gülmesini unutan asıl sahibi artık ne kendisini arar,ne de hal hatır sorar olmuş.
Bu vefasızlık iyi yürekli eşeğe pek dokunmuş.Öyle ki,gün geçtikçe sararıp solmaya, zayıflamaya başlamış.İnsan,o sıkıntılı günlerin sadık arkadaşını,dert ortağını,türkü arkadaşını unutur mu?Bir türlü kabullenemiyormuş bunu...
Derken,sıskalıktan kaburgaları birbirine geçer olmuş hayvancığın.O kadar zayıflamış yani.Değil sabahtan akşama kadar dolaşmak, ayağını bile kımıldatamaz olmuş.Dünya hali bu. Hastalık,düşkünlük olmaz mı?
Ama asık suratlı adam aman zaman dinleyecek soyundan değilmiş.Eşek kırılıp döküldükçe,acıma dilendikçe basarmış tekmeyi,sen misin tembellik eden diye.Üstelik ağır sözler söylermiş :
“Seni ucuz hayvan seni!Demek bütün niyetin sahibini iflas ettirmek.Geber de kurtulalım bari!”
Aman zaman bilmeyene hal anlatmak ne mümkün?..
İki gözü iki çeşme,öksürüp aksırarak,derdini anlatamadan bir köşeye çekilirmiş kara yazgılı hayvan.
Asık suratlı adam dayaklar yetmezmiş gibi tutmuş eşeği sahibine şikayet etmiş.
“Aman efendim,ne uyuz hayvan bu?Üstelik her gün hasta.Naz ediyor ama kime? Böyleleri her zaman zarar verir sahibine.Bana kalırsa,çalışmayana ekmek olmamalı.Satalım, başımızdan atalım,gitsin!”
Parasına para katmaktan başka bir şey düşünmeyen sahibi,eskisi kadar düşünceli,iyi huylu değilmiş.Üstelik bir sinirliymiş,bir sinirliymiş ki,ne söylense bağırır çağırırmış! Adamını dinledikten sonra iri iri açılmış gözleri :
“Ne deme?”demiş. “Benim evimde para kazanmadan yan gelip yatmak,ha?Olmaz öyle şey!İşine gelmiyorsa,defolsun!Biz kimsenin bedava bakıcısı değiliz!”
Zavallı hasta eşek pencerenin altında sahibinin bu sözlerini duyunca yüreğine inecekmiş nerdeyse.
“Yok,vallahi kalmam burda!Bu kadar vefasızlık sığmaz benim mantığıma.”demiş kendi kendine,üzerinden güğümleri atıp ormana doğru kaçmış...
Tanrı bir kapıyı kaparsa bir kapıyı açar elbet.Eşek gözyaşları içinde söylene söylene yürüye dursun,yolda ufacık bir torbayı bile taşıyamayan ihtiyar bir çiftçiye rastlamış.Hani, insanlara bir daha yanaşmayacağına söz vermiş ama,yufka yüreği dayanamamış yine. Kendi hastalığını,halsizliğini unutup seslenmiş :
“Çiftçi baba,çiftçi baba,istersen torbanı yükle sırtıma.Kaldıracak halin yok belli.Sana yardım edebilirim belki.”
Çiftçi o kadar sevinmiş ki,hayvanın boynuna sarılmış,torbayı sırtına atmış.
“Eşek kardeş,belli,seni Tanrı gönderdi...Sağolasın!Ama sen de ne kadar zayıfsın.Üstelik soluyorsun.Titriyorsun.Besbelli, hastasın.Ama yine de ben,senden daha hasta ve dermansızım.”
İki bitkin yolcu konuşa konuşa bir kulübeye gelmişler:ihtiyar sırtından torbayı indirirken eşeğe teşekkür etmiş :
“Buyur” demiş. “Biraz dinlen.Belki gideceğin yol uzundur.”
Eşek üzüntüyle kafasını sallamış :
“Gideceğim yer yok ki!”
“Ya evin barkın?”
“Yok...Yok!”
“Eşin,dostun?”
“Yok dedim ya!”
Başlamış başından geçenleri birer birer anlatmaya.Sözlerini bitirirken,
“Tanrı kimseyi benim gibi düşürmesin”demiş. “Artık bundan sonra bir köşeye çekilip ölümümü bekleyeceğim.”
Kafasını uzun uzun kaşımış sevimli ihtiyarcık :
“Doğrusu sevgili eşek,” demiş. “Hikayen pek acıklı.N'aparsın,dünyanın hali bu!.Sen de fazla duygulusun.Belli.Bir dostun seni terk etti diye bu dünyayı terk etmeye değer mi?Gel, burada kal.Yemeğime ortak ol.Kıt kanaat geçinir gideriz.Üstelik,biz arkadaş değerini biliriz.”
Pek sevinmiş eşekçik.Yüreğine su serpilmiş.Mutlulukla ihtiyarın evine yerleşmiş. Neşeli günler yaşamaya başlamışlar.Günler ayları,aylar yılları kovalamış.
Bir gün kentteki zengin sütçünün varlığını kaybettiği,yorgan döşek hasta düştüğü haberi ortalığa yayılmış.İhtiyar :
“Sana ettiğini buldu!” demiş eşeğe.
Ama eşeğin yüreği acıyla burkulmuş.Sormuş soruşturmuş.Eski sahibine kimsenin bakmadığını,pek zavallı bir durumda son günlerini saydığını öğrenmiş.
“Ne de olsa eski dost,varayım helâllaşayım.Bir yararım dokunur mu sorayım” demiş.
Yola düşmüş.
Ölüm döşeğinde bulmuş eski sahibini.Gitmiş,öpmüş ellerini.
Sahibi önce tanıyamamış.Ama,dikkatli bakınca sevinçle boynuna atılmış :
“Gel,benim eski dostum!” demiş. “Şu zavallı sahibini bağışla.Anladım ki arkadaşlık,
dostluk parayla ölçülmemeli.Doğrusu,sen eşekliğinle iyi ders verdin bana.Yalvarırım,sana yaptıklarım için beni bağışla!” demiş ve ruhunu teslim etmiş.
İnce duygulu eşek,sahibinin başında uzun süre ağlamış.Son görevlerini de yerine getirdikten sonra çiftçinin yanına dönmüş.
İhtiyar çiftçi onu sevgiyle karşılamış ve demiş ki :
“Sevgili dostum,hoş geldin!..Doğrusu soyluluğun gözlerimi yaşartıyor.Başkası olsaydı gitmezdi.Oysa,sen başkalarından çok değişiksin.Böyle hiçbir karşılık beklemeden sevmek ve yardımcı olmak ne güzel!Artık bu güzel huyunu öğrendim ya,malım mülküm,varım yoğum senindir.Var,bildiğin gibi yaşa.Şunu unutma sakın;senin gibi olanlar bir gün mutlaka kavuşur hak ettiğine!”
cüceler ile ayakkabıcı
bir zamanlar bir ayakkabıcı varmış.Çalışkan ve dürüst biradammış.Ama bir gün öyle yoksul düşmüşki,elinde bir çift ayakkabı yapacak kadar deriden başka bir şeyi kalmamış.Adam cağız bu deriyi akşamdan kesip hazırlamış.Niyeti ertesi gün erkenden kalkıp ayakkabı yapmakmış.Dürüst bir insan olduğu için huzurla yatağına yatıp uykuya dalmakmış.Sabah olunca kalkmış,duasını ettikten sonra tam işe koyulacağı sırada ne görsün!Bir çift ayakkabı dikilip hazırlanmış,tezgahın üzerinde duruyor.Öyle şaşırmış öyle şaşırmışki ne diyeceğini bilememiş.Ayakkabıları eline alıp iyice incelemiş.Ayakkabı Öyle ustalıkla yapılmışki hiçbir
yrinde bir kusur bulamamış.tam osırada içeriye bir müşteri girmiş.ayakkabıları çok beğenmiş.bu yüzdendeğerinin üzerinde bir para ödeyerekayakkabıları satın almış.ayakkabıcı da bu parayla,2 çift ayakkabıya yetecek kadar deri alabilmiş.Adamcağız akşamdan yine derileri ksip hazırlamış.Sabah kalktığında yep yeni bir güçle işine başlamak istiyormuş.Ama bir şey yapmasına gerek kalmamış.Çünkü sabah uyandığında ayakkabılar yine hazırmış.Müşterilerde gelmekte gecikmemişler.Ayakkabıcıya okadar çok para vermişler ki,adam bu sefer 4 çift ayakkabıya yetecek kadar deri almış.sabah kalktığında yine 4 çift ayakkabıyı hazır bulmuş.Her gün bu böyle sürüp gitmiş.
yrinde bir kusur bulamamış.tam osırada içeriye bir müşteri girmiş.ayakkabıları çok beğenmiş.bu yüzdendeğerinin üzerinde bir para ödeyerekayakkabıları satın almış.ayakkabıcı da bu parayla,2 çift ayakkabıya yetecek kadar deri alabilmiş.Adamcağız akşamdan yine derileri ksip hazırlamış.Sabah kalktığında yep yeni bir güçle işine başlamak istiyormuş.Ama bir şey yapmasına gerek kalmamış.Çünkü sabah uyandığında ayakkabılar yine hazırmış.Müşterilerde gelmekte gecikmemişler.Ayakkabıcıya okadar çok para vermişler ki,adam bu sefer 4 çift ayakkabıya yetecek kadar deri almış.sabah kalktığında yine 4 çift ayakkabıyı hazır bulmuş.Her gün bu böyle sürüp gitmiş.
Büyülü Kent
Dedelerimizden dinlediğimize göre, 1700 yılında San Bartolo kenti büyülenmiş. Görünmez olmuş. Anlatılanlara bakılırsa, batmış gitmiş toprağın derinliklerine. Bu felaketin nedenleri pek de iyi bilinmiyor. Kimileri bunun, kilise inşa edildiğinde çanı olmadığı için, köylülerin San Lucas Tecopilco adlı yakın bir köyün kilise çanını yürütmeleri yüzünden olduğuna inanıyor.
Söylentiye göre, çan kulesine gece saat on birde varmışlar. Herkes uykudaymış. Çanı ses çıkarmadan dikkatle indirmişler. Saat on ikiye yaklaşırken, ellerinde çanla gidiyorlarmış San Bartolo’ya. O anda tüm kent yok oluvermiş birdenbire. Büyülenmiş olduğundan batıp gittiği söylenir.
Geriye tek kalan ise kentin koruyucusu olan aziz heykeli imiş. Bir çam kütüğünün üstünde durup dururmuş öylesine. Derler ki Cuamanzingo çiftlik arazisinde çalışan işçiler, bu aziz heykelini bulup hemen efendilerine haber vermiş. Efendileri de azizciği alıp, daha yakışır diye, çiftliğin şapelinin1 boş altlarına2 yerleştirmiş. Ertesi gün gittiklerinde bir de bakmışlar ki, yerinde yok. Araya araya onu ilk buldukları yerdeki çam kütüğüne ulaşmışlar, heykeli eski yerinde bulmuşlar. Yine taşımışlar, yine eski yerine dönmüş. Hep yürüye yürüye gittiği söylenir, çünkü ayağındaki sandaletlerin çamurla dolmakta, tabanlarının delinmekte olduğunu görmüşler. Kesin olan o ki, sonunda yorulmuş azizcik ub gidip gelmelerden. Bugün o çiftlikte artık oturan yoksa da heykel boş atların üstündeki yerinde durup durur.
Gene söylentilere göre, bu büyülenmiş kentin bayramı olan 24 Ağustos günü, gece saat on ikiye doğru çanların çaldığı, horozların öttüğü, fişeklerin patladığı duyulur. Büyükannemle büyükbabamın beni çam kütüğünün önüne çan sesleri dinlemeye götürdüğünü çok iyi anımsıyorum. Oraya varınca diz çökerdik. Büyükannemle büyükbabam haç çıkarıp dua ederdi. Ben en küçük bir ses bile işitmedim hiç, ama onlar çan seslerinin duyulduğunu söylerdi. Kimbilir!
O cıvadra hep denir ki, kentin büyüsünü çözmek için San Bartolo insan biçiminde dünyaya gelecek. Bu doğan çocuğun yitik kenti görme yeteneği olacak. Sonra o kentin kilisesine gidip orada bir yanda kırık bir Mesih heykeli, bir yanda da bol altın görecek. Eğer Mesihi yerden kaldırırsa kent büyüden kurtulacak, yok eğer altınları almayı yeğlerse kent sonsuza dek gömülü olduğu yerde kalacak, tıpkı şimdiki gibi büyülü ve görünmez olacak.
Söylentiye göre, çan kulesine gece saat on birde varmışlar. Herkes uykudaymış. Çanı ses çıkarmadan dikkatle indirmişler. Saat on ikiye yaklaşırken, ellerinde çanla gidiyorlarmış San Bartolo’ya. O anda tüm kent yok oluvermiş birdenbire. Büyülenmiş olduğundan batıp gittiği söylenir.
Geriye tek kalan ise kentin koruyucusu olan aziz heykeli imiş. Bir çam kütüğünün üstünde durup dururmuş öylesine. Derler ki Cuamanzingo çiftlik arazisinde çalışan işçiler, bu aziz heykelini bulup hemen efendilerine haber vermiş. Efendileri de azizciği alıp, daha yakışır diye, çiftliğin şapelinin1 boş altlarına2 yerleştirmiş. Ertesi gün gittiklerinde bir de bakmışlar ki, yerinde yok. Araya araya onu ilk buldukları yerdeki çam kütüğüne ulaşmışlar, heykeli eski yerinde bulmuşlar. Yine taşımışlar, yine eski yerine dönmüş. Hep yürüye yürüye gittiği söylenir, çünkü ayağındaki sandaletlerin çamurla dolmakta, tabanlarının delinmekte olduğunu görmüşler. Kesin olan o ki, sonunda yorulmuş azizcik ub gidip gelmelerden. Bugün o çiftlikte artık oturan yoksa da heykel boş atların üstündeki yerinde durup durur.
Gene söylentilere göre, bu büyülenmiş kentin bayramı olan 24 Ağustos günü, gece saat on ikiye doğru çanların çaldığı, horozların öttüğü, fişeklerin patladığı duyulur. Büyükannemle büyükbabamın beni çam kütüğünün önüne çan sesleri dinlemeye götürdüğünü çok iyi anımsıyorum. Oraya varınca diz çökerdik. Büyükannemle büyükbabam haç çıkarıp dua ederdi. Ben en küçük bir ses bile işitmedim hiç, ama onlar çan seslerinin duyulduğunu söylerdi. Kimbilir!
O cıvadra hep denir ki, kentin büyüsünü çözmek için San Bartolo insan biçiminde dünyaya gelecek. Bu doğan çocuğun yitik kenti görme yeteneği olacak. Sonra o kentin kilisesine gidip orada bir yanda kırık bir Mesih heykeli, bir yanda da bol altın görecek. Eğer Mesihi yerden kaldırırsa kent büyüden kurtulacak, yok eğer altınları almayı yeğlerse kent sonsuza dek gömülü olduğu yerde kalacak, tıpkı şimdiki gibi büyülü ve görünmez olacak.
DİLEK TAŞI
Adamın biri dünyayı dolaşmak istiyormuş. Yanına bir kese para alıp düşmüş yollara. Az gitmiş uz gitmiş. Sonunda bir köye varmış. Bu köyde çocuklar boynuna ip bağladıkları bir fareyle oynuyorlarmış. Adam hayvana acımış. Çocuklara biraz para verip fareyi kurtarmış.
Yoluna devam eden adam bir başka köye varmış. Bu kez, çocukların bir eşeği zorla arka ayakları üstünde durdurmaya çalıştıklarını görmüş.
Onlara biraz para verip, zavallı eşeği kurtarmış.
Adam, yoluna devam etmiş. Derken başka bir köye varmış. Köyün delikanlılarının toplanıp ayı oynattıklarını görmüş.
Kalan parasını da ayı için verip ayıyı ormana salıvermiş.
Böylece adamın tüm parası bitmiş. Parasız kalan adam yoluna devam etmiş. Bir yandan da parasız pulsuz dünyayı nasıl dolaşacağını düşünüyormuş.
Birden karşısına o ülkenin kralının yaşadığı saray çıkmış. Kraldan yardım istemek gelmiş aklına.
“Koskoca kralın hazinesinden biraz para istesem ne çıkar?” diye düşünmüş.
Saraya girip, kralın huzuruna çıkmış. Dileğini iletmiş. Ama kral çok cimriymiş. Adamın, hazinesine göz diktiğini sanmış. Çok öfkelenmiş.
Hemen askerlerine emir vermiş. Zavallı adamı yakalatıp, zindana attırmış. Ertesi gün, adam mahkemeye çıkarılmış. Duruşma sonunda, adamın bir sandığa kapatılıp, yol kenarına bırakılmasına karar verilmiş.
Ertesi gün sabah erkenden adamcağızı sandığa kapatmışlar. Üstüne kocaman bir kilit vurmuşlar. Sonra dere kenarındaki ıssız bir yola bırakmışlar.
Askerler gittikten sonra adam olanca gücüyle bağırmış, yardım istemiş. Ama boşuna... Bu ıssız yerde onu kimse duymuyormuş. Zavallı adam artık ölümü bekler olmuş.
Birden sandığın üstünden gelen tıkırtılarla irkilmiş. Sanki biri kilidi kemiriyormuş. Az sonra kilit kırılmış, kapak ağır ağır açılmış.
Adam kendisini kurtaranın bir süre önce çocukların elinden kurtardığı fare olduğunu görmüş. Yanında da ayı ile eşek varmış.
Adam kendisini kurtaran hayvan dostlarına sevgiyle sarılmış. Dere kıyısına oturmuşlar. Adam başına gelenleri anlatırken kıyıdaki taşlardan birinin diğerlerinden daha parlak olduğunu fark etmişler. Hemen taşı alıp incelemeye başlamışlar. Ayı:
- Şansımız varmış. Bu, sihirli bir taş. Artık her dileğimiz gerçekleşir, demiş.
Sonra taşı adama uzatmış ve bir dilek tutmasını istemiş. Adam bir saray dilemiş ve o anda da dileği gerçekleşmiş.
Oradan kervanıyla geçen bir tüccar, bu ıssız yerde birden ortaya çıkan sarayı görünce çok şaşırmış.
“Yıllardır bu yoldan gelir geçermiş böyle bir sarayı görmemiştim." demiş. Sonra da sarayın sahibiyle konuşmak amacıyla saraya girmiş.
Adamın karşısına çıkıp: - Bu sarayı, bu kadar kısa sürede nasıl yaptınız? Çok şaşırdım doğrusu! Diye sormuş.
— Ben yaptırmadım. Her şey sihirli taşın sayesinde oldu, demiş adam da.
Düzenbaz tüccar:
- Taşı bana satarsan tüm mallarımı sana veririm, demiş. Adam razı olmuş, taşı vermiş.
Tüccar taşı alıp gitmiş. 0 anda da tüm sihir bozulmuş. Adam, kendini yeniden sandığın içinde bulmuş. Taşı verdiğine pişman olmuş. Ağlayıp sızlamış.
Az sonra sandığın üstünden tıkırtılar işitmiş. Farenin yine kendini kurtarmaya geldiğini anlamış. Ancak fare ne kadar uğraştıysa da bu kez kilidi açamamış.
Fare, eşek ve ayıyı bir telaştır almış. Sevgili dostlarını sandığın içinden kurtarmanın bir yolu olmalıymış. Düşünüp taşınmışlar. Ayı:
- Sihirli taşı geri almalıyız. Başka çaremiz yok! Demiş. Birlikte tüccarın sarayına yollanmışlar. Saraya yaklaşınca ayı:
- Fare kardeş sen kapı aralığından içeri bir bak. Sihirli taşın yerini öğren. Sonra onu almanın bir yolunu buluruz, demiş.
Bunun üzerine fare saraya girmiş. Tüccarın yatak odasına kadar çıkmış. Sihirli taş aynalı bir sehpanın üzerinde duruyormuş.
Taş duruyormuş durmasına ama iki öfkeli kedi de taşın yanında nöbet tutuyormuş.
Fare korkuyla oradan hemen uzaklaşmış. Arkadaşlarının yanına dönünce gördüklerini anlatmış. Kafa kafaya verip bir plan kurmuşlar.
Eşek:
- Sen yine aynı şekilde içeriye girersin. Orada bir deliğe saklanırsın, demiş.
Ayı:
- Tüccar uyuyunca sessizce yatağa çıkıp, saçını çekiştirir, burnunu kemirirsin, diye devam etmiş.
Fare hemen işe koyulmuş. Planladıkları gibi tüccarın uyumasını beklemiş. Sonrada çıkıp burnunu kemirmiş. Saçlarını çekiştirmiş.
Korkuyla uyanan tüccar:
- Fareler burnumu kemiriyor! Bu sersem kediler hiçbir işe yaramıyor! Diye bağırıp çağırmış. Sonra da kedileri saraydan kovmuş.
Ertesi akşam, tüccarın, uykuya daldığı saatlerde üç arkadaş saraya girmişler. Aynalı sehpanın üzerinde duran sihirli taşı sessizce almışlar.
Geldikleri gibi kimse duymadan sarayı terk etmişler. Bir an önce sandığa ulaşmak için olanca güçleriyle koşmuşlar, koşmuşlar.
Karşılarına bir nehir çıkmış. Eşek:
- Eyvah, nehri nasıl aşacağız? Diye endişelenmiş.
Ayı sakin sakin:
- Ben yüzme biliyorum. Sen benim sırtıma çıkarsın. Ağzına da sihirli taşı alırsın. Fare kardeşi de başına oturtursun. Kolayca nehri aşarız, demiş.
Böylece birlikte yüzmeye başlamışlar. Onların bu hali kuşları, kurbağaları çok güldürmüş.
Neşe içinde yüzmeye devam ederken, ayı başlamış böbürlenmeye:
- Ne kadar da cesuruz değil mi arkadaşlar? Bizden daha yürekli kim var şu ormanda? Bu sözlerine fare de katılmış. Ama eşek ağzını açamadığından onlara katılamıyormuş. Ayı:
Neden cevap vermiyorsun? Bu yaptığın çok ayıp eşek kardeş! demiş. Bu sözlere daha fazla dayanamayan eşek konuşmak için ağzını açınca dilek taşını suya düşürmüş:
- Şu yaptığına bak! Sana cevap vereceğim diye taşı suya düşürdüm, diye ayıya kızmış.
Ayı, sakin sakin:
- Telaş etmeyelim. Bir çaresini bulur, taşı sudan çıkarırız. Önce kıyıya çıkalım, demiş.
Kıyıya varınca kafa kafaya verip düşünmüşler. Ayı:
- Bütün kurbağaları çağıralım. Onlardan yardım isteyelim, demiş. Sonra, eşek tüm kurbağalara seslenmiş:
- Bize yardım edin arkadaşlar! Sihirli taşı bulamazsak hayvan sever dostumuz ölene dek sandıktan çıkamayacak, demiş.
-Bu sözleri duyan kurbağalar suya dalıp buldukları tüm taşları kıyıya çıkarmışlar. Kıyıya yığılan taşların arasından bir tanesi pırıl pırıl parlıyormuş. Fare:
- Yaşasın! Aradığımız taş işte burada! diye bir çığlık atmış.
Olanlar ayıyı çok duygulandırmış. Söz alıp, dayanışmanın ve yardımlaşmanın önemini belirten bir konuşma yapmış.
Kurbağaların davranışlarını övmeyi de unutmamış.
Daha sonra üç arkadaş sandığı açıp, hayvan dostu arkadaşlarını kurtarmışlar. Taşı da ona vermişler. Adam, taştan tekrar sarayında olmayı dilemiş. Dileği anında gerçekleşmiş. 0 bölgenin de kralı olmuş. Yardımsever üç arkadaşıyla birlikte ömür boyu mutluluk içinde yaşamış.
Yoluna devam eden adam bir başka köye varmış. Bu kez, çocukların bir eşeği zorla arka ayakları üstünde durdurmaya çalıştıklarını görmüş.
Onlara biraz para verip, zavallı eşeği kurtarmış.
Adam, yoluna devam etmiş. Derken başka bir köye varmış. Köyün delikanlılarının toplanıp ayı oynattıklarını görmüş.
Kalan parasını da ayı için verip ayıyı ormana salıvermiş.
Böylece adamın tüm parası bitmiş. Parasız kalan adam yoluna devam etmiş. Bir yandan da parasız pulsuz dünyayı nasıl dolaşacağını düşünüyormuş.
Birden karşısına o ülkenin kralının yaşadığı saray çıkmış. Kraldan yardım istemek gelmiş aklına.
“Koskoca kralın hazinesinden biraz para istesem ne çıkar?” diye düşünmüş.
Saraya girip, kralın huzuruna çıkmış. Dileğini iletmiş. Ama kral çok cimriymiş. Adamın, hazinesine göz diktiğini sanmış. Çok öfkelenmiş.
Hemen askerlerine emir vermiş. Zavallı adamı yakalatıp, zindana attırmış. Ertesi gün, adam mahkemeye çıkarılmış. Duruşma sonunda, adamın bir sandığa kapatılıp, yol kenarına bırakılmasına karar verilmiş.
Ertesi gün sabah erkenden adamcağızı sandığa kapatmışlar. Üstüne kocaman bir kilit vurmuşlar. Sonra dere kenarındaki ıssız bir yola bırakmışlar.
Askerler gittikten sonra adam olanca gücüyle bağırmış, yardım istemiş. Ama boşuna... Bu ıssız yerde onu kimse duymuyormuş. Zavallı adam artık ölümü bekler olmuş.
Birden sandığın üstünden gelen tıkırtılarla irkilmiş. Sanki biri kilidi kemiriyormuş. Az sonra kilit kırılmış, kapak ağır ağır açılmış.
Adam kendisini kurtaranın bir süre önce çocukların elinden kurtardığı fare olduğunu görmüş. Yanında da ayı ile eşek varmış.
Adam kendisini kurtaran hayvan dostlarına sevgiyle sarılmış. Dere kıyısına oturmuşlar. Adam başına gelenleri anlatırken kıyıdaki taşlardan birinin diğerlerinden daha parlak olduğunu fark etmişler. Hemen taşı alıp incelemeye başlamışlar. Ayı:
- Şansımız varmış. Bu, sihirli bir taş. Artık her dileğimiz gerçekleşir, demiş.
Sonra taşı adama uzatmış ve bir dilek tutmasını istemiş. Adam bir saray dilemiş ve o anda da dileği gerçekleşmiş.
Oradan kervanıyla geçen bir tüccar, bu ıssız yerde birden ortaya çıkan sarayı görünce çok şaşırmış.
“Yıllardır bu yoldan gelir geçermiş böyle bir sarayı görmemiştim." demiş. Sonra da sarayın sahibiyle konuşmak amacıyla saraya girmiş.
Adamın karşısına çıkıp: - Bu sarayı, bu kadar kısa sürede nasıl yaptınız? Çok şaşırdım doğrusu! Diye sormuş.
— Ben yaptırmadım. Her şey sihirli taşın sayesinde oldu, demiş adam da.
Düzenbaz tüccar:
- Taşı bana satarsan tüm mallarımı sana veririm, demiş. Adam razı olmuş, taşı vermiş.
Tüccar taşı alıp gitmiş. 0 anda da tüm sihir bozulmuş. Adam, kendini yeniden sandığın içinde bulmuş. Taşı verdiğine pişman olmuş. Ağlayıp sızlamış.
Az sonra sandığın üstünden tıkırtılar işitmiş. Farenin yine kendini kurtarmaya geldiğini anlamış. Ancak fare ne kadar uğraştıysa da bu kez kilidi açamamış.
Fare, eşek ve ayıyı bir telaştır almış. Sevgili dostlarını sandığın içinden kurtarmanın bir yolu olmalıymış. Düşünüp taşınmışlar. Ayı:
- Sihirli taşı geri almalıyız. Başka çaremiz yok! Demiş. Birlikte tüccarın sarayına yollanmışlar. Saraya yaklaşınca ayı:
- Fare kardeş sen kapı aralığından içeri bir bak. Sihirli taşın yerini öğren. Sonra onu almanın bir yolunu buluruz, demiş.
Bunun üzerine fare saraya girmiş. Tüccarın yatak odasına kadar çıkmış. Sihirli taş aynalı bir sehpanın üzerinde duruyormuş.
Taş duruyormuş durmasına ama iki öfkeli kedi de taşın yanında nöbet tutuyormuş.
Fare korkuyla oradan hemen uzaklaşmış. Arkadaşlarının yanına dönünce gördüklerini anlatmış. Kafa kafaya verip bir plan kurmuşlar.
Eşek:
- Sen yine aynı şekilde içeriye girersin. Orada bir deliğe saklanırsın, demiş.
Ayı:
- Tüccar uyuyunca sessizce yatağa çıkıp, saçını çekiştirir, burnunu kemirirsin, diye devam etmiş.
Fare hemen işe koyulmuş. Planladıkları gibi tüccarın uyumasını beklemiş. Sonrada çıkıp burnunu kemirmiş. Saçlarını çekiştirmiş.
Korkuyla uyanan tüccar:
- Fareler burnumu kemiriyor! Bu sersem kediler hiçbir işe yaramıyor! Diye bağırıp çağırmış. Sonra da kedileri saraydan kovmuş.
Ertesi akşam, tüccarın, uykuya daldığı saatlerde üç arkadaş saraya girmişler. Aynalı sehpanın üzerinde duran sihirli taşı sessizce almışlar.
Geldikleri gibi kimse duymadan sarayı terk etmişler. Bir an önce sandığa ulaşmak için olanca güçleriyle koşmuşlar, koşmuşlar.
Karşılarına bir nehir çıkmış. Eşek:
- Eyvah, nehri nasıl aşacağız? Diye endişelenmiş.
Ayı sakin sakin:
- Ben yüzme biliyorum. Sen benim sırtıma çıkarsın. Ağzına da sihirli taşı alırsın. Fare kardeşi de başına oturtursun. Kolayca nehri aşarız, demiş.
Böylece birlikte yüzmeye başlamışlar. Onların bu hali kuşları, kurbağaları çok güldürmüş.
Neşe içinde yüzmeye devam ederken, ayı başlamış böbürlenmeye:
- Ne kadar da cesuruz değil mi arkadaşlar? Bizden daha yürekli kim var şu ormanda? Bu sözlerine fare de katılmış. Ama eşek ağzını açamadığından onlara katılamıyormuş. Ayı:
Neden cevap vermiyorsun? Bu yaptığın çok ayıp eşek kardeş! demiş. Bu sözlere daha fazla dayanamayan eşek konuşmak için ağzını açınca dilek taşını suya düşürmüş:
- Şu yaptığına bak! Sana cevap vereceğim diye taşı suya düşürdüm, diye ayıya kızmış.
Ayı, sakin sakin:
- Telaş etmeyelim. Bir çaresini bulur, taşı sudan çıkarırız. Önce kıyıya çıkalım, demiş.
Kıyıya varınca kafa kafaya verip düşünmüşler. Ayı:
- Bütün kurbağaları çağıralım. Onlardan yardım isteyelim, demiş. Sonra, eşek tüm kurbağalara seslenmiş:
- Bize yardım edin arkadaşlar! Sihirli taşı bulamazsak hayvan sever dostumuz ölene dek sandıktan çıkamayacak, demiş.
-Bu sözleri duyan kurbağalar suya dalıp buldukları tüm taşları kıyıya çıkarmışlar. Kıyıya yığılan taşların arasından bir tanesi pırıl pırıl parlıyormuş. Fare:
- Yaşasın! Aradığımız taş işte burada! diye bir çığlık atmış.
Olanlar ayıyı çok duygulandırmış. Söz alıp, dayanışmanın ve yardımlaşmanın önemini belirten bir konuşma yapmış.
Kurbağaların davranışlarını övmeyi de unutmamış.
Daha sonra üç arkadaş sandığı açıp, hayvan dostu arkadaşlarını kurtarmışlar. Taşı da ona vermişler. Adam, taştan tekrar sarayında olmayı dilemiş. Dileği anında gerçekleşmiş. 0 bölgenin de kralı olmuş. Yardımsever üç arkadaşıyla birlikte ömür boyu mutluluk içinde yaşamış.
Keloğlan ile Nasreddin Hoca
Keloğlan kasabaya tavuk satmaya gitmiş. Pazara gelince elindeki iki tavuğa müşteri aramaya başlamış. Adamın biri tavuklara bir altın vermiş. Keloğlan bunu kabul etmemiş. İlle de iki tavuğa iki altın isterim demiş. Keloğlan’ın tavukları bir altına vermediğini gören adam:
“ Bak Keloğlan, bende bir define haritası var. Yalnızım, yaşlandım artık. Bu sebepten defineyi aramaya çıkamadım. Eskiden Zenginoğlu’ nun konağında çalışırdım. Bu haritayı bana Zenginoğlu vermişti. İki tavuk benim olsun, harita senin olsun, defineyi ara bul, ömrünce mutlu ol ” demiş. Keloğlan adama inanmış, değiş tokuş yapılmış. Keloğlan akşamüstü yorgun argın köyüne dönmüş. Anası:
“ A benim kel oğlum, kabak oğlum. Hiç bu kağıt parçasına iki tavuk verilir mi? Sen tavukları satıp gaz, tuz alacaktın. Kandırmışlar seni. Şimdi karanlıkta otur, yemekleri tuzsuz ye de aklın başına gelsin ” diyerek bağırıp çağırmış. Keloğlan oralı olmamış, aklı fikri definedeymiş. Sabahı zor etmiş, erkenden kalkmış. Anasına:
“ Ana ben defineyi aramaya gidiyorum. Kışlık yiyecek hazırlamıştım. Varsın gaz olmasın, akşamları erken yatarsın. Varsın tuz olmasın, komşudan istersin. Defineyi bulursam, seni sultanlar gibi yaşatacağım ”demiş. Anasının elini öpmüş. Keloğlan’ ın kararlı olduğunu gören anası çaresiz fikir değiştirmiş. “ Güle güle git, Keloğlan. İnşallah defineyi bulursun “ diyerek Keloğlan’ ı uğurlamış.
Keloğlan dağ-bayır aşmış, günlerce aramış, sonunda haritadaki kuyuyu bulmuş. Define bu kuyunun içindeymiş. Kuyuya attığı taş tak diye ses çıkarmış. Keloğlan kuyuda su olmadığını anlamış. Fakat geçen yıl köydeki kör kuyuya inen ve bir daha çıkamayan üç kişi aklına gelmiş. “ Yanımda köyden getirdiğim ip var. Kuyunun kenarına bağlayıp insem ya ben de onlar gibi kuyudaki zehirli dumandan boğulur kalırsam halim nice olur, diye düşünceye dalmış. Evvela bana mert, sözünün eri, kuyudaki tehlikeyi ortadan kaldırabilecek bir yardımcı lazım. Böylesi de nerelerde bulunur, diye düşünürken aklına Nasreddin Hoca gelmiş. Tamam demiş Hoca bu işin çaresini bulur. ‘
Az gitmiş uz gitmiş, sonunda Akşehir’ e varmış. Sormuş, Nasreddin Hoca’ nın evini göstermişler. Kapıyı çalmış. Nasreddin Hoca kapıyı açmış. “ Buyurun evladım “ demiş,
“ Ben Nasreddin Hoca’ yım. Bir şey mi arzu etmiştiniz? “
“ Hocam bizim köyde bana Keloğlan derler. Sizin önemli bir meselenin çözümüne yardımınızı rica edecektim. Beni dinlemek zahmetine katlanırsanız çok sevinirim. “
Hoca Keloğlan’ ı evine buyur etmiş. Keloğlan define haritasına nasıl sahip olduğunu, anasına veda edip köyden ayrıldığını, haritadaki kuyuyu bulduğunu, kuyuya neden inemediğini anlatmış. “ Eğer defineyi bulursak yarı yarıya paylaşırız, Hocam. Ne dersiniz? ” diyerek sözü bağlamış.
Nasreddin Hoca:
“ Uzun süredir kullanılmayan veya etrafındaki toprak tabakasından içine zehirli hava sızan kuyularda, yeterli hava akımı olmadığı için, bu zehirli hava birikir. Eğer böyle kuyulara inilirse insanı zehirler, öldürür. Söylediğine göre kuyunun derinliği dokuz on metre varmış. Kuyunun çevresini kazıp genişletmek çok yorucu ve zahmetli, ikimiz başaramayız. Yardımcı bulmaya kalksak kulaktan kulağa yayılır, halk kuyunun başına dolar. Başka bir yol bulmalıyız Keloğlan. Sen bizde birkaç gün misafir kal, düşünüp hal çaresini bulurum. “
Nasreddin Hoca sonraki iki gün planlar yapmış, taslaklar çizmiş. Planları demirciye götürmüş. Bu aletlerin olanını vermesini, olmayanı çizime uygun olarak yapmasını tembihlemiş. Haftasına aletler hazır olmuş. İki eşeğin çektiği bir araba almış. Arabaya aletleri, yiyecek, içecek gibi ihtiyaçları koymuş. Karısıyla vedalaşıp eşeğine binmiş. Nasreddin Hoca eşeğiyle önde, Keloğlan arabayla arkada, yola koyulmuşlar. Günlerce süren zahmetli yolculuktan sonra definenin bulunduğu kuyuya varmışlar. Hoca kuyuyu incelemiş. Keloğlan ile birlikte demirciye yaptırmış oldukları büyük körüğü kuyunun yanına indirmişler. Yaklaşık on santim genişliğindeki borunun bir ucunu kuyunun dibine sallamışlar. Diğer ucunu körüğe takmışlar. Birlikte körüğe temiz hava basmaya başlamışlar. Yıllardır burada biriken durgun ve zehirli hava, temiz ve basınçlı havanın etkisiyle parçalanmaya, yavaşça yükselmeye, kuyudan çıkmaya başlamış. Körük her hava basışında kuyudaki zehirli hava oranı azalıyormuş. Bu işlem ertesi gün de devam etmiş. Üçüncü gün kuyunun temizlendiğine kanaat getirmişler. Yine de her şeyden emin olmak için Nasreddin Hoca arabada getirdiği bir kediyi çuvala koymuş. Çuvalı ipe bağlayıp kuyunun dibine sarkıtmış. Yarım saat sonra kediyi çıkardığında dipdiri olduğunu görmüş.
Keloğlan ipi beline bağlayıp kuyuya inmiş. Haritada belirtilen taşı çıkarmış. Taşın altındaki toprağı kazınca, sandığı bulmuş. Yanındaki diğer ipe sandığı bağlamış ve Hoca’ ya kendisini çekmesi için seslenmiş. Keloğlan kuyudan çıkınca, Hoca ile sandığı yukarıya çekmişler. Sandığın kilidini kırıp, kapağını açınca, bir de ne görsünler: Çil çil altınlarla dolu değil miymiş sandığın içi… Çok sevinmişler. Hemen altınları paylaşmışlar. Ertesi gün, Nasreddin Hoca eşeğiyle Akşehir’e, Keloğlan arabayla köyüne doğru yola koyulmuşlar.
Keloğlan köyünde dillere destan bir konak yaptırmış. Hizmetçiler, uşaklar tutmuş. Tarlalar, bağlar, bahçeler satın almış. Anasıyla birlikte sultanlar gibi yaşamaya başlamış. Keloğlan’ ın görülmemiş zenginliği padişahın kulağına gitmiş. Ava çıktığı bir gün Keloğlan’ ın konağına uğramış. Keloğlan padişaha hürmet göstermiş, en iyi şekilde ağırlamış. Gördüğü yakın ilgiden çok memnun kalan padişah, Keloğlan’ ı gelecek ay kutlanacak bayram için, sarayına davet etmiş.
Bayram günü Keloğlan arabalar ve uşaklarla beraber saraya gitmiş. Eğlenceler sırasında padişahın dünya güzeli kızı Menekşe ile tanışmış ve aşık olmuş. Menekşe de Keloğlan’ ı görür görmez sevmiş ve yanından ayrılmak istemiyormuş. Bayram eğlenceleri bittikten sonra Keloğlan konağına dönmüş. Anasına Menekşe Sultan’ ı görür görmez aşık olduğunu, onsuz yapamayacağını söylemiş. Düşünmüşler, taşınmışlar, padişahtan Menekşe’yi istemeye karar vermişler. Daha sonra anasıyla gidip kızı istemişler. Padişah Menekşe’yi Keloğlan’ a vermiş. Keloğlan konağına dönüp düğün hazırlıklarına başlamış. Bir taraftan da Nasreddin Hoca’ ya haberciler gönderip, düğüne davet etmiş.
Nasreddin Hoca payına düşen altınlarla Akşehir’e döndükten sonra yoksulları, yetimleri, giydirip kuşatmış, parasının çoğunu hayır işlerinde kullanmış. Bir yandan da Keloğlan’ın köyünde konak yaptırdığını, uşaklar tutup, araziler satın alıp sultanlar gibi yaşamaya başladığını dost sohbetlerinde ve gelip giden yolculardan duyar, anlatılanlara sevinirmiş. Keloğlan’ ın düğün haberini ve Menekşe Sultan ile evleneceğini duyunca keyfi pek yerine gelmiş. Hemen düğüne gitmek için hazırlıklara başlamış. Halılar, kürkler, ipek kumaşlar almış. Menekşe’ye küpe, kolye, gerdanlık gibi ziynet eşyaları almış. Ayrıca dört atın çektiği iki araba satın almış, iki tane de uşak tutmuş. En değerli elbiselerini, en gösterişli kürkünü giymiş. Karısıyla birlikte düğünden birkaç gün önce yola çıkmış. Nasreddin Hoca maiyetiyle birlikte gayetle şatafatlı bir şekilde saraya varmış. Keloğlan Hoca’ yı kapıda karşılamış. Elini öpmüş. Sarılmışlar, hasretle kucaklaşmışlar. Düğün gününe kadar Hoca başından geçmiş nice olaylara ince espriler katarak anlatmış. Davetlilerin hoşça vakit geçirmelerine yardımcı olmuş. Sazlı, sözlü eğlenceler arasında Keloğlan ile Menekşe Sultan evlenmişler. Mutluluklarına diyecek yokmuş. Daha uzun yıllar mutlu ve bahtiyar olarak yaşamışlar.
“ Bak Keloğlan, bende bir define haritası var. Yalnızım, yaşlandım artık. Bu sebepten defineyi aramaya çıkamadım. Eskiden Zenginoğlu’ nun konağında çalışırdım. Bu haritayı bana Zenginoğlu vermişti. İki tavuk benim olsun, harita senin olsun, defineyi ara bul, ömrünce mutlu ol ” demiş. Keloğlan adama inanmış, değiş tokuş yapılmış. Keloğlan akşamüstü yorgun argın köyüne dönmüş. Anası:
“ A benim kel oğlum, kabak oğlum. Hiç bu kağıt parçasına iki tavuk verilir mi? Sen tavukları satıp gaz, tuz alacaktın. Kandırmışlar seni. Şimdi karanlıkta otur, yemekleri tuzsuz ye de aklın başına gelsin ” diyerek bağırıp çağırmış. Keloğlan oralı olmamış, aklı fikri definedeymiş. Sabahı zor etmiş, erkenden kalkmış. Anasına:
“ Ana ben defineyi aramaya gidiyorum. Kışlık yiyecek hazırlamıştım. Varsın gaz olmasın, akşamları erken yatarsın. Varsın tuz olmasın, komşudan istersin. Defineyi bulursam, seni sultanlar gibi yaşatacağım ”demiş. Anasının elini öpmüş. Keloğlan’ ın kararlı olduğunu gören anası çaresiz fikir değiştirmiş. “ Güle güle git, Keloğlan. İnşallah defineyi bulursun “ diyerek Keloğlan’ ı uğurlamış.
Keloğlan dağ-bayır aşmış, günlerce aramış, sonunda haritadaki kuyuyu bulmuş. Define bu kuyunun içindeymiş. Kuyuya attığı taş tak diye ses çıkarmış. Keloğlan kuyuda su olmadığını anlamış. Fakat geçen yıl köydeki kör kuyuya inen ve bir daha çıkamayan üç kişi aklına gelmiş. “ Yanımda köyden getirdiğim ip var. Kuyunun kenarına bağlayıp insem ya ben de onlar gibi kuyudaki zehirli dumandan boğulur kalırsam halim nice olur, diye düşünceye dalmış. Evvela bana mert, sözünün eri, kuyudaki tehlikeyi ortadan kaldırabilecek bir yardımcı lazım. Böylesi de nerelerde bulunur, diye düşünürken aklına Nasreddin Hoca gelmiş. Tamam demiş Hoca bu işin çaresini bulur. ‘
Az gitmiş uz gitmiş, sonunda Akşehir’ e varmış. Sormuş, Nasreddin Hoca’ nın evini göstermişler. Kapıyı çalmış. Nasreddin Hoca kapıyı açmış. “ Buyurun evladım “ demiş,
“ Ben Nasreddin Hoca’ yım. Bir şey mi arzu etmiştiniz? “
“ Hocam bizim köyde bana Keloğlan derler. Sizin önemli bir meselenin çözümüne yardımınızı rica edecektim. Beni dinlemek zahmetine katlanırsanız çok sevinirim. “
Hoca Keloğlan’ ı evine buyur etmiş. Keloğlan define haritasına nasıl sahip olduğunu, anasına veda edip köyden ayrıldığını, haritadaki kuyuyu bulduğunu, kuyuya neden inemediğini anlatmış. “ Eğer defineyi bulursak yarı yarıya paylaşırız, Hocam. Ne dersiniz? ” diyerek sözü bağlamış.
Nasreddin Hoca:
“ Uzun süredir kullanılmayan veya etrafındaki toprak tabakasından içine zehirli hava sızan kuyularda, yeterli hava akımı olmadığı için, bu zehirli hava birikir. Eğer böyle kuyulara inilirse insanı zehirler, öldürür. Söylediğine göre kuyunun derinliği dokuz on metre varmış. Kuyunun çevresini kazıp genişletmek çok yorucu ve zahmetli, ikimiz başaramayız. Yardımcı bulmaya kalksak kulaktan kulağa yayılır, halk kuyunun başına dolar. Başka bir yol bulmalıyız Keloğlan. Sen bizde birkaç gün misafir kal, düşünüp hal çaresini bulurum. “
Nasreddin Hoca sonraki iki gün planlar yapmış, taslaklar çizmiş. Planları demirciye götürmüş. Bu aletlerin olanını vermesini, olmayanı çizime uygun olarak yapmasını tembihlemiş. Haftasına aletler hazır olmuş. İki eşeğin çektiği bir araba almış. Arabaya aletleri, yiyecek, içecek gibi ihtiyaçları koymuş. Karısıyla vedalaşıp eşeğine binmiş. Nasreddin Hoca eşeğiyle önde, Keloğlan arabayla arkada, yola koyulmuşlar. Günlerce süren zahmetli yolculuktan sonra definenin bulunduğu kuyuya varmışlar. Hoca kuyuyu incelemiş. Keloğlan ile birlikte demirciye yaptırmış oldukları büyük körüğü kuyunun yanına indirmişler. Yaklaşık on santim genişliğindeki borunun bir ucunu kuyunun dibine sallamışlar. Diğer ucunu körüğe takmışlar. Birlikte körüğe temiz hava basmaya başlamışlar. Yıllardır burada biriken durgun ve zehirli hava, temiz ve basınçlı havanın etkisiyle parçalanmaya, yavaşça yükselmeye, kuyudan çıkmaya başlamış. Körük her hava basışında kuyudaki zehirli hava oranı azalıyormuş. Bu işlem ertesi gün de devam etmiş. Üçüncü gün kuyunun temizlendiğine kanaat getirmişler. Yine de her şeyden emin olmak için Nasreddin Hoca arabada getirdiği bir kediyi çuvala koymuş. Çuvalı ipe bağlayıp kuyunun dibine sarkıtmış. Yarım saat sonra kediyi çıkardığında dipdiri olduğunu görmüş.
Keloğlan ipi beline bağlayıp kuyuya inmiş. Haritada belirtilen taşı çıkarmış. Taşın altındaki toprağı kazınca, sandığı bulmuş. Yanındaki diğer ipe sandığı bağlamış ve Hoca’ ya kendisini çekmesi için seslenmiş. Keloğlan kuyudan çıkınca, Hoca ile sandığı yukarıya çekmişler. Sandığın kilidini kırıp, kapağını açınca, bir de ne görsünler: Çil çil altınlarla dolu değil miymiş sandığın içi… Çok sevinmişler. Hemen altınları paylaşmışlar. Ertesi gün, Nasreddin Hoca eşeğiyle Akşehir’e, Keloğlan arabayla köyüne doğru yola koyulmuşlar.
Keloğlan köyünde dillere destan bir konak yaptırmış. Hizmetçiler, uşaklar tutmuş. Tarlalar, bağlar, bahçeler satın almış. Anasıyla birlikte sultanlar gibi yaşamaya başlamış. Keloğlan’ ın görülmemiş zenginliği padişahın kulağına gitmiş. Ava çıktığı bir gün Keloğlan’ ın konağına uğramış. Keloğlan padişaha hürmet göstermiş, en iyi şekilde ağırlamış. Gördüğü yakın ilgiden çok memnun kalan padişah, Keloğlan’ ı gelecek ay kutlanacak bayram için, sarayına davet etmiş.
Bayram günü Keloğlan arabalar ve uşaklarla beraber saraya gitmiş. Eğlenceler sırasında padişahın dünya güzeli kızı Menekşe ile tanışmış ve aşık olmuş. Menekşe de Keloğlan’ ı görür görmez sevmiş ve yanından ayrılmak istemiyormuş. Bayram eğlenceleri bittikten sonra Keloğlan konağına dönmüş. Anasına Menekşe Sultan’ ı görür görmez aşık olduğunu, onsuz yapamayacağını söylemiş. Düşünmüşler, taşınmışlar, padişahtan Menekşe’yi istemeye karar vermişler. Daha sonra anasıyla gidip kızı istemişler. Padişah Menekşe’yi Keloğlan’ a vermiş. Keloğlan konağına dönüp düğün hazırlıklarına başlamış. Bir taraftan da Nasreddin Hoca’ ya haberciler gönderip, düğüne davet etmiş.
Nasreddin Hoca payına düşen altınlarla Akşehir’e döndükten sonra yoksulları, yetimleri, giydirip kuşatmış, parasının çoğunu hayır işlerinde kullanmış. Bir yandan da Keloğlan’ın köyünde konak yaptırdığını, uşaklar tutup, araziler satın alıp sultanlar gibi yaşamaya başladığını dost sohbetlerinde ve gelip giden yolculardan duyar, anlatılanlara sevinirmiş. Keloğlan’ ın düğün haberini ve Menekşe Sultan ile evleneceğini duyunca keyfi pek yerine gelmiş. Hemen düğüne gitmek için hazırlıklara başlamış. Halılar, kürkler, ipek kumaşlar almış. Menekşe’ye küpe, kolye, gerdanlık gibi ziynet eşyaları almış. Ayrıca dört atın çektiği iki araba satın almış, iki tane de uşak tutmuş. En değerli elbiselerini, en gösterişli kürkünü giymiş. Karısıyla birlikte düğünden birkaç gün önce yola çıkmış. Nasreddin Hoca maiyetiyle birlikte gayetle şatafatlı bir şekilde saraya varmış. Keloğlan Hoca’ yı kapıda karşılamış. Elini öpmüş. Sarılmışlar, hasretle kucaklaşmışlar. Düğün gününe kadar Hoca başından geçmiş nice olaylara ince espriler katarak anlatmış. Davetlilerin hoşça vakit geçirmelerine yardımcı olmuş. Sazlı, sözlü eğlenceler arasında Keloğlan ile Menekşe Sultan evlenmişler. Mutluluklarına diyecek yokmuş. Daha uzun yıllar mutlu ve bahtiyar olarak yaşamışlar.
tembel kız
Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde; pireler berber, develer tellal iken, ben anamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken bir karı koca varmış.
Bu karı kocanın bir kızı olmuş. Kız, elbebek gülbebek büyütülmüş, ama hiç iş öğrenememiş. Bunun için adına Tembel Kız denilmiş.
Bu kız o kadar tembelmiş ki yerinden kalkmaya üşeniyormuş. Anası babası ona bir gelberi yaptırmış. Kız da oturduğu yerden işini gelberiyle yapıyormuş.
Kızının evlilik çağı gelmiş. Anası babası kızı bir avcıyla evlendirmiş.
Avcı ava gitmiş, bir ördek vurmuş. Eve gelmiş, ördeği temizlemiş, ateşe koymuş. Tekrar ava gitmek üzere hazırlanmış, karısına ateşe ördeği koydum, yanmasın bak demiş. Tembel Kız, olur demiş, demiş ama yerinden bile kalkmamış.
Aradan uzunca bir zaman geçmiş. Dilenci eve gelmiş. Tembel Kıza, hanımcığım Allah rızası için bir dilim ekmek demiş. Tembel Kız da yan tarafta mutfak, geç al cevabını vermiş.
Dilenci mutfağa girmiş. Bakmış ocakta ördek kaynıyor, almış ördeği, torbasına koymuş, tencerenin içine de ayaklarındaki pis çarıkları... Gelmiş, Tembel Kız'ın yanına. Bak hanımcığım demiş, ekmeği aldım Allah razı olsun. Şimdi sana bir türkü söyleyeyim de ben gideyim. Türküyü şöyle söylemiş;
Senin gaga benim torba içinde, Benim çarık senin çorba içinde, Sen yat kaba yatak yorgan içinde, Ben yiyecem gagayı orman içinde.
Dilenci türküyü böyle söylemiş, çekip gitmiş. Aradan bir zaman geçmiş, kızın avcı kocası gelmiş. Karısına ördek pişti mi? Demiş. Karısı olan biteni anlatmış, bak bana bir de türkü söyledi, sana deyiverem demiş, türküyü söylemiş. O zaman avcı kocası durumu anlamış, karısına kızıp azarlamış. Ondan sonra Tembel Kız, tembelliği bırakmış. Onlar ermiş muradına, biz çıkalım kerevetine.
Bu karı kocanın bir kızı olmuş. Kız, elbebek gülbebek büyütülmüş, ama hiç iş öğrenememiş. Bunun için adına Tembel Kız denilmiş.
Bu kız o kadar tembelmiş ki yerinden kalkmaya üşeniyormuş. Anası babası ona bir gelberi yaptırmış. Kız da oturduğu yerden işini gelberiyle yapıyormuş.
Kızının evlilik çağı gelmiş. Anası babası kızı bir avcıyla evlendirmiş.
Avcı ava gitmiş, bir ördek vurmuş. Eve gelmiş, ördeği temizlemiş, ateşe koymuş. Tekrar ava gitmek üzere hazırlanmış, karısına ateşe ördeği koydum, yanmasın bak demiş. Tembel Kız, olur demiş, demiş ama yerinden bile kalkmamış.
Aradan uzunca bir zaman geçmiş. Dilenci eve gelmiş. Tembel Kıza, hanımcığım Allah rızası için bir dilim ekmek demiş. Tembel Kız da yan tarafta mutfak, geç al cevabını vermiş.
Dilenci mutfağa girmiş. Bakmış ocakta ördek kaynıyor, almış ördeği, torbasına koymuş, tencerenin içine de ayaklarındaki pis çarıkları... Gelmiş, Tembel Kız'ın yanına. Bak hanımcığım demiş, ekmeği aldım Allah razı olsun. Şimdi sana bir türkü söyleyeyim de ben gideyim. Türküyü şöyle söylemiş;
Senin gaga benim torba içinde, Benim çarık senin çorba içinde, Sen yat kaba yatak yorgan içinde, Ben yiyecem gagayı orman içinde.
Dilenci türküyü böyle söylemiş, çekip gitmiş. Aradan bir zaman geçmiş, kızın avcı kocası gelmiş. Karısına ördek pişti mi? Demiş. Karısı olan biteni anlatmış, bak bana bir de türkü söyledi, sana deyiverem demiş, türküyü söylemiş. O zaman avcı kocası durumu anlamış, karısına kızıp azarlamış. Ondan sonra Tembel Kız, tembelliği bırakmış. Onlar ermiş muradına, biz çıkalım kerevetine.
Atatürk\'ün Çocukluğu - 1
Mustafa, annesi ve kız kardeşi ile birlikte dayısının çiftliğine gitti. Akşamüstü çiftliğe vardıklarında dayısı onları çok candan bir şekilde karşıladı. Hal-hatır sormalardan, iltifatlardan sonra akşam yemeği yendi. Yemekten sonra bir saat kadar daha sohbet edildi ve ardından geceyi geçirmek üzere odalarına çekildiler.
Ertesi sabah sabahın erken saatlerinde dayısı Mustafa’ya çiftliğin her tarafını gezdirip gösterdi. Öğle vaktine doğru bakla tarlasına gittiler. Tarlanın kenarına geldiklerinde dayısı parmağı ile tarlasındaki tohumları yemekte olan kargaları işaret ederek: “ Bak Mustafa, şu kargaları görüyor musun? İşte bunlar bizim baş düşmanımız. Ben uğraşayım, çalışayım, onlar gelsinler tohumları yesin bitirsinler. Oh ne ala, ne ala! Kimseye faydası olmaz şu karga murdarının. Yaptıkları anca zarar, ziyan. Bir de şu korkuluğun omuzlarına, kafasına konarlar “ gak gak “ diye öterler yüzlü yüzlü. Korkuluğun sadece adı korkuluk. Şu hale bak. Dört beş karga omuzlarına konmuş, yemişler tohumları, doymuşlar, güneşleniyorlar. Gel Mustafa, kovalım şunları “ diye söylendi.
Mustafa ile dayısının geldiklerini gören kargalar uçup gittiler. Daha sonra dinlenmek için bir ağacın altına otururlarken Mustafa, dayısına: “ Dayıcığım, bu tarla hep böyle midir? “ dedi. “ Yani içinde çalışan, bekleyen olmadığı zamanlar kargalar tohumları yerler mi? “
Dayısı:
“ Yerler Mustafa’m yerler. Bunlar sahipsiz bir tarla görmesinler. Onu, yirmisi toplanır gelir. Böyle gündüzleri tarlada beklemezsen birkaç haftaya kalmaz toprakta bir tek tane bırakmazlar” dedi. Bunun üzerine Mustafa konuyu toparlama ihtiyacı hissetti: “ Peki dayıcığım, o zaman kargalar tohumları yiyip bitirmesinler diye sabahtan akşama kadar bekçilik yapmak zorunda kalıyorsunuz. “
“ Aynen dediğin gibi oluyor Mustafa. Çiftlikte yapılacak bir sürü iş varken, ben buraya gelip karga peşinde koşuyorum. Ne yaparsın ki, bu bakla tarlası çok önemli. Baklalar olgulaşınca hem kendimize yemeklik oluyor, hem de arabaya yükleyip pazarda satıyorum; iyi de para ediyor. “
“ Demek ki burada bekçilik yapmak işleriniz için büyük engel teşkil ediyor, sevgili dayıcığım. O halde izin verirseniz yarından tezi yok kardeşim Makbule ile gelip burada bekleriz. Siz de çiftlikteki işleri yoluna koyarsınız. Kargaların tarlanızdan bir tek tohum yemelerine izin vermeyeceğimi bilmenizi isterim. “
“ Hay, sen aklınla bin yaşa, Mustafa! Bak bu hiç aklıma gelmemişti. Daha önce defalarca düşünüp de içinden çıkamadığım bu büyük sorunu kolayca çözüverdin. Bugün akşama kadar burada kalırız. Tarla bekçiliği nasıl yapılır iyice öğrenirsin. Zaten zor bir tarafı yok canım. Biraz dikkatli olup kargaları kollaman yeterli. Akşama çiftliğe dönünce annene ben söylerim. Onun da rızasını almak lazım. “
Ertesi sabah erkenden yengesinin hazırladığı börekleri bir torbaya koyan Mustafa kız kardeşi Makbule ile birlikte dayısının bakla tarlasına geldi. Gelir gelmez de, tarlaya inen kargaları kovalamaya başladılar. Öğle vaktine doğru ikisi de çok yorulmuştu. Bunun sebebi: Bir defa tarla oldukça büyüktü. Bir tarafa üç beş karga tohumları yemek için gelseler Mustafa ile Makbule hemen koşuyorlar kargaları kovalıyorlardı. Aynı kargalar uçuyorlar, tarlanın öteki tarafına iniyorlardı. Tarlanın bir başından bir başına koşup durmak onları yormuştu. İşin içine başka kargalar da karışınca durum iyice çekilmez hal almıştı. Öğle vakti bir köşede oturup yengesinin hazırladığı börekleri yerlerken Mustafa Makbule’ye sorunu kökünden halledecek bir yöntem bulduğunu söyledi ve şunları ekledi: “ Makbule, kargaların bize oynadığı oyunun bilmem farkında mısın? Biz bu tarlaya gelir gelmez acemi olduğumuzu anladılar. Uygulamak istediğim yöntem oldukça basit. Tarlanın ortasında bulunan kulübenin içinden tarlayı enlemesine bölen bir çizgi çektiğimizi farz edelim. Bu çizgi tarlayı iki eşit parçaya böler. Yukarı tarafta kalan parça biraz meyilli, burası benim olsun. Aşağı tarafta kalan parça dümdüz, burası da senin olsun. Herkes kendi bölgesindeki kargaların kovalanmasından sorumlu olacak. Eğer kendi bölgenin ortalarına yakın bir yerde durmaya özen gösterirsen sabahki yorgunluğunun iki kat azaldığını fark edeceksin. Şimdi konuyla ilgili bana sormak istediğin bir şey var mı? “
“ Ne diyebilirim ki Mustafa Abi. Sen yapmamız gerekeni tam olarak anlattın. Burada bana düşen görev anlattıklarını eksiksiz olarak uygulamamdır. “
“ Aferin sana Makbule. Senin gibi söz dinleyen, kavrayışı kuvvetli bir yardımcı ile çalışmak benim için şereftir. Bu başarı sadece benim değil, ikimizin başarısı olacaktır. Şimdi biraz acele edelim, böreklerimizi yiyelim de işe başlayalım. Bak kargalara, meydanı boş bulunca nasıl da çoğalıverdiler. Belki şu an için tarlanın üstünde uçmaktan başka bir şey yaptıkları yok ama eğer acele etmezsek birer ikişer tarlaya inmeye başlayacaklarına eminim. Dayıma, kargaların tarlanızdan bir tek tohum yemelerine izin vermeyeceğim, diyerek söz vermiştim. “
Mustafa’nın kendi buluşu olan yöntem başarılı oldu. Akşamüstü hava kararmaya başladığında kargalar geceyi geçirmek için konaklama yerlerine giderlerken aç ve yorgundular. Çiftlikte yenen akşam yemeğinden sonra Makbule, o gün olanları ve kargaların üzgün ve perişan bir şekilde gidişlerini anlatırken, odada bulunanlar kahkahalarla gülmekten kendilerini alamıyorlardı. Annesi Zübeyde Hanım, “ Benim Mustafa’m çok akıllıdır “ diyerek sarı saçlı, mavi gözlü oğlunu gururla alnından öperken, Mustafa vakur halini hiç bozmadan duruyor, sadece gülümsemekle yetiniyordu.
Ertesi sabah sabahın erken saatlerinde dayısı Mustafa’ya çiftliğin her tarafını gezdirip gösterdi. Öğle vaktine doğru bakla tarlasına gittiler. Tarlanın kenarına geldiklerinde dayısı parmağı ile tarlasındaki tohumları yemekte olan kargaları işaret ederek: “ Bak Mustafa, şu kargaları görüyor musun? İşte bunlar bizim baş düşmanımız. Ben uğraşayım, çalışayım, onlar gelsinler tohumları yesin bitirsinler. Oh ne ala, ne ala! Kimseye faydası olmaz şu karga murdarının. Yaptıkları anca zarar, ziyan. Bir de şu korkuluğun omuzlarına, kafasına konarlar “ gak gak “ diye öterler yüzlü yüzlü. Korkuluğun sadece adı korkuluk. Şu hale bak. Dört beş karga omuzlarına konmuş, yemişler tohumları, doymuşlar, güneşleniyorlar. Gel Mustafa, kovalım şunları “ diye söylendi.
Mustafa ile dayısının geldiklerini gören kargalar uçup gittiler. Daha sonra dinlenmek için bir ağacın altına otururlarken Mustafa, dayısına: “ Dayıcığım, bu tarla hep böyle midir? “ dedi. “ Yani içinde çalışan, bekleyen olmadığı zamanlar kargalar tohumları yerler mi? “
Dayısı:
“ Yerler Mustafa’m yerler. Bunlar sahipsiz bir tarla görmesinler. Onu, yirmisi toplanır gelir. Böyle gündüzleri tarlada beklemezsen birkaç haftaya kalmaz toprakta bir tek tane bırakmazlar” dedi. Bunun üzerine Mustafa konuyu toparlama ihtiyacı hissetti: “ Peki dayıcığım, o zaman kargalar tohumları yiyip bitirmesinler diye sabahtan akşama kadar bekçilik yapmak zorunda kalıyorsunuz. “
“ Aynen dediğin gibi oluyor Mustafa. Çiftlikte yapılacak bir sürü iş varken, ben buraya gelip karga peşinde koşuyorum. Ne yaparsın ki, bu bakla tarlası çok önemli. Baklalar olgulaşınca hem kendimize yemeklik oluyor, hem de arabaya yükleyip pazarda satıyorum; iyi de para ediyor. “
“ Demek ki burada bekçilik yapmak işleriniz için büyük engel teşkil ediyor, sevgili dayıcığım. O halde izin verirseniz yarından tezi yok kardeşim Makbule ile gelip burada bekleriz. Siz de çiftlikteki işleri yoluna koyarsınız. Kargaların tarlanızdan bir tek tohum yemelerine izin vermeyeceğimi bilmenizi isterim. “
“ Hay, sen aklınla bin yaşa, Mustafa! Bak bu hiç aklıma gelmemişti. Daha önce defalarca düşünüp de içinden çıkamadığım bu büyük sorunu kolayca çözüverdin. Bugün akşama kadar burada kalırız. Tarla bekçiliği nasıl yapılır iyice öğrenirsin. Zaten zor bir tarafı yok canım. Biraz dikkatli olup kargaları kollaman yeterli. Akşama çiftliğe dönünce annene ben söylerim. Onun da rızasını almak lazım. “
Ertesi sabah erkenden yengesinin hazırladığı börekleri bir torbaya koyan Mustafa kız kardeşi Makbule ile birlikte dayısının bakla tarlasına geldi. Gelir gelmez de, tarlaya inen kargaları kovalamaya başladılar. Öğle vaktine doğru ikisi de çok yorulmuştu. Bunun sebebi: Bir defa tarla oldukça büyüktü. Bir tarafa üç beş karga tohumları yemek için gelseler Mustafa ile Makbule hemen koşuyorlar kargaları kovalıyorlardı. Aynı kargalar uçuyorlar, tarlanın öteki tarafına iniyorlardı. Tarlanın bir başından bir başına koşup durmak onları yormuştu. İşin içine başka kargalar da karışınca durum iyice çekilmez hal almıştı. Öğle vakti bir köşede oturup yengesinin hazırladığı börekleri yerlerken Mustafa Makbule’ye sorunu kökünden halledecek bir yöntem bulduğunu söyledi ve şunları ekledi: “ Makbule, kargaların bize oynadığı oyunun bilmem farkında mısın? Biz bu tarlaya gelir gelmez acemi olduğumuzu anladılar. Uygulamak istediğim yöntem oldukça basit. Tarlanın ortasında bulunan kulübenin içinden tarlayı enlemesine bölen bir çizgi çektiğimizi farz edelim. Bu çizgi tarlayı iki eşit parçaya böler. Yukarı tarafta kalan parça biraz meyilli, burası benim olsun. Aşağı tarafta kalan parça dümdüz, burası da senin olsun. Herkes kendi bölgesindeki kargaların kovalanmasından sorumlu olacak. Eğer kendi bölgenin ortalarına yakın bir yerde durmaya özen gösterirsen sabahki yorgunluğunun iki kat azaldığını fark edeceksin. Şimdi konuyla ilgili bana sormak istediğin bir şey var mı? “
“ Ne diyebilirim ki Mustafa Abi. Sen yapmamız gerekeni tam olarak anlattın. Burada bana düşen görev anlattıklarını eksiksiz olarak uygulamamdır. “
“ Aferin sana Makbule. Senin gibi söz dinleyen, kavrayışı kuvvetli bir yardımcı ile çalışmak benim için şereftir. Bu başarı sadece benim değil, ikimizin başarısı olacaktır. Şimdi biraz acele edelim, böreklerimizi yiyelim de işe başlayalım. Bak kargalara, meydanı boş bulunca nasıl da çoğalıverdiler. Belki şu an için tarlanın üstünde uçmaktan başka bir şey yaptıkları yok ama eğer acele etmezsek birer ikişer tarlaya inmeye başlayacaklarına eminim. Dayıma, kargaların tarlanızdan bir tek tohum yemelerine izin vermeyeceğim, diyerek söz vermiştim. “
Mustafa’nın kendi buluşu olan yöntem başarılı oldu. Akşamüstü hava kararmaya başladığında kargalar geceyi geçirmek için konaklama yerlerine giderlerken aç ve yorgundular. Çiftlikte yenen akşam yemeğinden sonra Makbule, o gün olanları ve kargaların üzgün ve perişan bir şekilde gidişlerini anlatırken, odada bulunanlar kahkahalarla gülmekten kendilerini alamıyorlardı. Annesi Zübeyde Hanım, “ Benim Mustafa’m çok akıllıdır “ diyerek sarı saçlı, mavi gözlü oğlunu gururla alnından öperken, Mustafa vakur halini hiç bozmadan duruyor, sadece gülümsemekle yetiniyordu.
KALBİNİ KUŞLARA VEREN ÇOCUK
‘’Tanrı kuşları sevdi ağaçları yarattı
İnsan kuşları sevdi kafesleri yarattı’’
Jacgues Deval
Bir varmış bir yokmuş, adı sanı bilinen zamanın birinde, dağlardan kopup gelen çağlayanların arasında şirin mi şirin küçük bir köy varmış. Her bahar geldiğinde bir başka güzel olurmuş buralar. Doğaya binbir canlılık gelir, bir başka güzel akarmış dereler. Arılar, kadife kanatlı kelebekler çiçek çiçek gezer, daldan dala uçuşurmuş türkü gözlü kuşlar… Bir efsaneye göre güneş en güzel orada gülermiş çocuklara, oraya dökermiş ışığının en güzel renklerini. Yeryüzünün en güzel bitkileri, çiçekleri, hayvanları da oralıymış. Gökyüzünde her gece yıldızların düğünü olur, her sabah bir sevincin şöleni başlarmış. Düş mü? gerçek mi? pek ayırt edilemezmiş, etrafını çevreleyen dağlar öylesine görkemli dururmuş ki, doruklarında gökyüzü hep mavi ve engin bir denizi andırırmış. Eteklerindeki derin vadiler boy boy hayvanlar barındırır, onlara analık eder ve bütün kötülüklerden korurmuş… En vahşi hayvandan, en sessiz böceğe kadar tüm canlılar kardeşce geçinirmiş. Bir yeşil halı gibi yerleri kaplayan çimenler, nereden çıkıp, nerede tükendiği bilinmeyen pırıl pırıl sular, rengarenk çiçekler ve türlü boyalı kuşlarla bu eşsiz yer, bir başka yaşama sevinci verirmiş insanlara.
İşte bu yörede zeki mi zeki, akıllı mı akıllı küçük bir çocuk yaşarmış. Deniz adındaki bu sevimli çocuk insanları, hayvanları, kuşları, çiçekleri, ağaçları yani doğadaki güzel olan her şeyi ve bir de herkesin masal anası ismini verdiği bilge ninesini çok severmiş. O bu sevgisini lafta bırakmaz, gereğini her fırsatta yerine getirir, insanların, hayvanların, canlı cansız, doğadaki tüm varlıkların haksız saldırılara hedef olmaları karşısında, içinde sınırsız bir öfke ve acı duyarmış. Bu yüzden hep güçsüz ve haklıdan yana çıkarmış. Çünkü Deniz ninesinden hep emeği, yardımseverliği, merhametli olmayı, sevgiyi, iyiliği, dürüstlüğü, doğruluğu, temizliği, ahlaklı ve adil olmayı öğrenmiş.
Deniz gün boyu çiçeklerle söyleşir, kelebeklerle uçuşur, bilge ninesinin ardında koşuşup dururmuş kırlarda. Onun geçtiği yerlerde güller gülümser, sümbüller pembeleşir, kuşlar şarkı söyler, dağlar taşlar dillenirmiş. Hafif hafif esen rüzgarlarla ağaçlar eğilip eğilip birbirini selamlarmış. Deniz nerede solmuş sararmış bir çiçek görse, koşar su getirir, koklayıp okşayıp yeşertirmiş. Her şey öylesine ona alışıkmış ki, bir gün ortalıkta görünmese, çevreden iniltiler duyulur uzun narin kavaklar bile boynu bükük bakarmış. Öyle ki, çiçekler üzülüp büzülür, kelebekler uçmaz, kuşlar türkülerini söylemez, sular hışırtısız akarmış. Deniz sadece kuşlarla konuşmazmış. Köylülerin söylediklerine göre, o bütün hayvanların dillerinden de anlarmış. Onlarla saatlerce söyleşir. Birbirileriyle iyi geçinmelerini öğütlermış.
İşte Deniz, bu gizemli doğanın koynunda doğmuş, orada büyümüş orada tanımış çiçekleri. Kuşlarla dostluğu, arkadaşlığı da orada başlamış. Küçücük yüreği dünyayı içine alacak kadar geniş, sevgisi dünyayı ısıtacak kadar sıcakmış. Bu güzel çocuk yaşamına renk veren, anlam katan sevgisinin sesini de orada bulmuş. Hiç bir canlının başka bir canlıya haksızlık etmesine gönlü razı olmazmış. Onun bu sesini duyan her canlı bütün kötülükleri unutur, sadece iyilik düşünürmüş.
Ve bir gün Deniz bu güzelim köyünden ayrılmak zorunda kalmış. Kuşların ötüşü, serin suların çağlayışı kulakları okşayıp yüreklere dökülürken, çiçekler solumalarını sıklaştırmış. Bütün köylüler gediğin tepesini aşıp, Deniz’ i uğurlamışlar; iyi yolculuklar dilemişler. Ninesi o kadar çok üzülmüş ki, sözcükler onun ayrılık acısını anlatmaya yetmemiş. Hiçbir canlının başka bir canlıya veremeyeceği ve hiç bir canlının anlayamayacağı bir şefkat ve sevgiyle basmış bağrına. İçi ılık ılık duygularla dolup kabarmış, o yaşlı yüreğine ince ince çağlayanlar akmış da, yangınını söndürememiş. Torunu uzaklaşıncaya dek çırpınan yaralı bir kuş kanadı gibi, yaşlı gözlerle el sallamış ardından, dualar mırıldamış. Deniz uzaklaşır uzaklaşmaz hemen bütün köylüler onu özlemeye başlamışlar. Bu sevginin kaynağı neredeymiş, neymiş kimse akıl erdirememiş.
Deniz şehirler geçmiş, trenler, otobüsler, vapurlar, otomobiller ve uçaklar görmüş: görünce de ağzı bir karış açık kalmış, zira köyünü çevreleyen dağların ötesini hiç mi hiç bilmezmiş.
Deniz uygarlığın teknolojik nimetlerinden uzak, fakat bozulmamış, kirlenmemiş, temiz ve bakir bir doğa ortamında yaşarken, babası onu alıp uzak bir ülkeye götürmüş. Bu ülkenin renk renk lale bahçeleri, yel değirmenleri, altın saçlı gökgözlü güzel çoçukları varmış. Ancak getirildiği kent beton yığınları ile kaplı, soluk alamayacak derecede kalabalık, gürültülü ve telaşlıymış. Doğup büyüdüğü yerlere hiç benzemediği gibi, her akşam kocaman fabrika bacalarından çıkan, kirli kara bir duman abanırmış kentin üstüne. Kent soluk alamazmış. O zaman gökyüzü ışığını yitirir, sokak lambaları bile zar-zor ışıldarmış. Burada insanlar kendilerini kalın beton duvarlar arkasına, kuşları kafeslere, çiçekleri özgür doğadan koparıp saksılara koymuşlar. Kafesteki kuşlar aç değilmiş ama özgürlükleri yokmuş. Saksıdaki çiçekler susuz değilmiş ama doğal güzellikleri kalmamış. içeklerin renkleri ve kokuları, kuşların ötüşleri yapaymış. İnsanların neşeleri gülüşleri ve ağlayışları da.
Okula başlamış Deniz. Sınıflar çocuk doluymuş, ancak Deniz yalnızmış, bir türlü alışamamış kalabalıklara, kent yaşamına… Yitirdiklerini ararmış Deniz, gözünde tütermiş insiz köyü, yemyeşil dağlar, serin pınarlar, kuşlar, yeleleri rüzgarda savrulan atlar, koyunlar, kuzular, bir de dünya tatlısı nineciği.
Onca kalabalığın orta yerinde yapayalnız kalmış; ne o anlatabilmiş kendini başkalarına, ne de başkaları onu anlamak istemiş. Bir tren geçermiş Deniz’in özlemlerinde, bir kuş ötermiş, o kuytu bir köşeye çekilip ağlarmış. Kimi zaman özlemi dayanımaz bir hal alırmış, yakıp tutuştururmuş yüreğini. Deniz’in bu durumuna öğretmeni çok üzülürmüş. “Sen zeki ve yetenekli bir çocuksun bu günler çabuk geçer buraya da alışırsın” diyerek Deniz’ i teselli etmeye çalışırmış. Ama o dalgınmış, bilincini yitirmişçesine boş boş bakarmış etrafına. Artık düşüncelerinin içinde öyle eriyip yitmiş ki, bu ona sonsuz derece acı verirmiş.
Bir de Deniz’ in kafasını sürekli yoran bazı sorular varmış. Neden kuşların, çiçeklerin zgürlüklerini kısıtlayıp, kafeslerde ve saksılarda tutsak olarak yaşatırlar? Kuşlar ve çiçekler evlerdeki saksılar ve kafesler için yaratılmamıştır ki? Acaba bütün bu haksızlıklar ve acımasızlıklar geçici ve basit bir doyum duygusu için miydi? Peki, kocaman adamların bu tutumuna karşı, ya çocuklar niçin kayıtsız kalıyordu? Onlar, kuşların ve çiçeklerin özgürlüğü için neden bir çaba harcamıyordu?
Deniz bu sorunları günlerce düşünmüş; çiçeklerin saksılara, kuşların kafeslere konulmasına bir anlam yüklemeye çalışmış, ama becerememiş. Gün geçtikçe suskunlaşmış, konuşmaz gülmez olmuş ve yemeden içmeden kesilmiş. Sanki uzak diyarlarda dilsiz, kolsuz, kanatsız kalmış. Gitgide içine kapanmış, yapılan bu haksızlıklara öfkelenmiş, ancak bağırıp çağırmamış, suskunlukla direnmiş.
Derken bir gece hastalanmış Deniz. Günlerce ateşler içinde yatmış, yatarken de köyünü sayıklamış, uyanıkken Perihan ninesini hayal etmiş. Ninesi yine ona öğütler vermiş, destek olmuş yalnızlığında, yol göstermiş. Ninesi Deniz’e “Konuş Deniz’im, yine göz kırp yıldızlara, çiçeklere gülümse, gülücükler dağıt, göster sevgi dolu yüreğini herkese. İyi olmalısın sen, hastalanırsan üzülürüz. Yaşlı yüreğim dayanamaz acına. Sonra bütün kuşlar da üzülür; dağlar, taşlar başlar ağlamaya. Yerin kulağı duyar olup biteni, bütün ormanlar yas tutar. Menekşeler sulara döker kirpiklerini, sular acı keser, acı yolları…” dermiş. Sonra bir an duraksar, yorgun ciğerlerini soluklandırır ardından Deniz’in saçını okşar, konuşmasını yine sürdürürmüş.
Ama Deniz onun söylediklerinin çoğunu duymaz, atların kişnemeleri, kuzuların melemeleri arasında rüyalara dalarmış. Köyünde iken her akşam yatmadan önce, ninesi Deniz’e kuşlar, çocuklar ve çiçeklerle ilgili masallar anlatırmış. Sonra. “o yıldız senin, bu yıldız benim” diye ninesiyle yarışır, gökyüzünün sonsuz ışıltısına bakar, uyurlarmış. Oysa Deniz bu kente geleli bir yıldız bile görememiş.
Günler sel gibi haftalar yel gibi geçip gitmiş. Deniz iyileşip eski sağlığına kavuşmuş, ama özlemi hiç mi hiç dinmemiş. Nereye gitse özlemini de oraya götürmüş. Zaman zaman özlemi içinde onulmaz bir sızı olur depreşir. Ne yapsa ne etse önüne geçemezmiş.
Deniz zeki, enerjik, başarılı ve itinalı bir çocukmuş. Ögretmenleri onun bu niteliklerini yararlı bilgi ve sağlıklı bir çevre bilinciyle dengede tutmak için yoğun bir çaba içine girmişler. Deniz de yavaş yavaş okul yaşamına alışmış. Bu nedenle öğretmenleri iyi bir şey başarmış olduklarını düşünerek gönenmişler, kıvanç duymuşlar. Çünkü Deniz en zor meseleler üzerinde bile inanılmaz ölçüde düşünceler üretir, günlük ders ve ödevlerini büyük bir istekle hazırlar, olumlu taraflarını eliştirmeye çalışırmış.
Deniz her zaman sevimli, duygulu, insanları kırmamaya özen gösteren, herkesin yardımına koşan bir çoçuk olduğunu göstermiş. Onun doğa sevgisi ve bilgisi de herkesin dikkatini çeker ve bu güzel nitelikleri çevresinde sevilmesini sağlarmış. Hatta, onun bu özelliklerini öğretmenleri diğer çocuklara anlatıp, örnek gösterirmiş. Anne ve babası da Deniz’ i bu meziyetleri nedeniyle dünyanın en akıllı çocuğu olarak görürlermiş.
Deniz bir yandan çevresine uyum sağlamaya diğer yandan da kendine yeni uğraşlar edinmeye çalışıyormuş. İşte o günlerde, evlerinin önüdeki küçük bahçeyi düzenlemek aklına gelmiş ve şimdiye kadar bunu düşünemediği için de kendine kızmış. O günden sonra en büyük uğraşı bahçesi olmuş. Oraya çeşitli bitkiler dikip, çiçekler ekmiş. Bahçesindekiler de boy verip renklenince bütün boş zamanlarını onlara bakmakla geçirir olmuş.
Çiçeklerin yanında mutlu olurmuş ya yine de içten içe hüzünlenirmiş. Çünkü, Deniz bu insanları anlamıyormuş. Onlar, kendilerini doğadan uzak, beton duvarlar arkasına kapattıkları yetmiyormuş gibi kuşları da kafeslere tıkmışlar…
Her şey bir yana da ya o büyük kentlerin meydanlarında gördüğü sürü sürü tembel güvercinlere, kirli kanal sularında nazlı nazlı yüzen kuğulara ne demeliydi? Böylesine kanatları olur da, kentlerin o pis havasında, suyunda nasıl dururlardı? Uğuldayan iş makineleri, göğü kirleten fabrika bacaları, araba sesleri, eksoz dumanları, müzik diye zangır zangır bağıran hoperlörler ve estetikten uzak, çirkin apartmanların arasında nasıl yaşanır? Deniz bu soruları durmadan sormuş kendine, ama yanıt bulamamış. Çocuk aklı anlamaya, yanıtlamaya yetmemiş bu soruları.
Ve günün birinde öfkesi öylesine büyümüş ki, gidip babasının onarım işlerinde kullandığı keskin mi keskin testereyi alıp, fırlamış sokağa. Kafes gördüğü ilk eve dalmış ve buradaki kafesi kesmiş. Ve o günden sonra, her gece evlere girip, kafeslerin çubuklarını keserek kuşlara özgürlüklerini vermeye başlamış. Deniz’ in bu yaptıkları kafes sahiplerini çılgına çevirmiş tabiî. Günlerce gazetelere ilanlar verilip, duvarlara afişler asılmış. Radyo ve televizyonlarda duyurular yayınlanmış. Bu yayınlarda, “Korkunç ve affedilemez suçu işleyen canavar” hakkında bilgi verenlerin ödüllendirileceği açıklanıyormuş. Ancak Deniz yılmamış. Yine her fırsat bulduğunda evlere, bahçelere girip kafesleri kesmeye devam etmiş. O ülkeyi yönetenler çok kızmışlar bu işe, kentin bütün polisleri bu kafes canavarını yakalamak için yarışa girişmiş, günlerce pusu kurup beklemişler. Ama bu bir sonuç vermemiş. Bir defa polis, asker bütün ülke düşmüş bu kafes canavarının peşine. Yine günler, haftalar, aylar geçmiş ama yakalayamamışlar.
Deniz, bir akşam yine elinde testeresiyle büyükçe bir eve girmeye çalıştığı sırada pusu kuranlar tarafından yakalanmış. Ve bu haber ülkenin her yanında bomba gibi patlamış. Gazeteler Deniz’in boy boy fotoğraflarını basmış, televizyonlar çeşitli görüntüleri getirmiş ekranlarına, radyolar ise her haberinde duyurmuşlar. İlgililer ise bu “canavarın” yakalanışına müthiş sevinmişler. Günlerce süren şölenler düzenlenmiş, bayram gibi kutlamışlar bu başarılarını.
Ama bu sevince katılmayanlar da varmış: ülkenin altın saçlı, gökgözlü, güzel çocukları Deniz’in yakalanışını üzülerek karşılamışlar. Topluca göşteriler düzenleyip yönetimi protesto etmişler. Özgürlük istemişler. Deniz özgür olsun demişler.
Ancak çocukların bu çığlıklarını sağır yürekler duymamış. Mahkemeler kurulmuş, kurullar toplanmış, dünyanın dört bir yanından pedagoglar, psikologlar, bilim adamları çağrılmış. Herkes Deniz’in işlediği suçun nedenini araştırmaya koyulmuş.
İlk gece, polis merkezinde, üşüyüp ağlayan Deniz’in gözünü uyku tutmamış. Yaptıklarını ve kendisine yapılanları düşünmüş. Kendince suç kavramını sorgulamış ve “kim suçlu?” sorusuna yanıtlar aramış. Kafeslerini kırdığı ev sahiplerini düşünmüş, özgür kalınca kanatlarını sevinçle çırpan minik kuşları…
Sonra arkadaşlarını, öğretmenlerini, anasını ve babasını, ninesini düşünmüş. Yüreği sızlamış Deniz’in hepsini de özlediğini anlamış. Ertesi gün ziyaretçileri olmuş Deniz’in. Öğretmenleri ve okul arkadaşları gelmiş, renk renk çiçekler, çeşitli hediyeler verip onu teselli etmeye çalışmışlar. Ziyaret saati bitince de boynu bükük gitmişler. Ardından bütün ülkenin sarı saçlı, gökgözlü çocukları Deniz’e üzüntülerini belirten kartlar, mektuplar göndermişler. Ama kurulan mahkeme çok acımasızmış. Çocukların protestosunu da hiç önemsemiyormuş. Deniz’i diğer çocuklara da kötü örnek olmasın diye cezalandımak istiyormuş yargıçlar.
Deniz, uykusuz geçirdiği bir gecenin verdiği yorgunlukla hemen uykuya dalmış ve dalar dalmaz da başlamış rüyalar görmeye. Rüyada yaşlı bir ninecik oturmuş bir pınarın başına, Deniz’ e “körler ülkesi” masalını anlatıyormuş, ama bu bilge ninesi değilmiş. Rüyadaki ninenin anlattığı masal şöyleymiş;
“Evvel zaman içinde, kalbur zaman içinde, dünyanın bir yerinde, bir baba ile oğul varmış, bunların fazlaca bir dertleri yokmuş; işleri, aşları onları kimseye muhtaç etmezmiş. Ama babanın bir sorunu varmış; oğlunun eğitimsizliği ve cehaleti. O devirlerde ne oğlunu gönderebileceği bir okul ne de ders verebilecek öğretmenler varmış. Okul ve öğretmenler yokmuş ama çocuk dünyayı tanımalı ve bilmeliymiş. Çünkü babanın inancı, “Alimler gözlüdür, Cahiller ise kör’’ biçimindeymiş. Sonuçta baba karar vermiş; oğlunun gözü açılmalı, dünyayı görüp tanımalıymış. Baba ile biricik oğlu bilinmeyen ülkelere doğru yola çıkmışlar. Az gitmişler uz gitmişler, sonunda bir de bakmışlar ki, körler ülkesi diye bir yere gelmişler. Olacak bu ya, tam körler ülkesine geldiklerinde, çocuk bir hastalığa yakalanmış. Eli ayağı tutmaz olmuş. Baba şaşkın, çocuk bitkin uçan kuştan medet ummuşlar. Tam o anda “korkma” diye yüreklendirmişler. Babanın etrafına toplananlar. Ve, “siz buranın körler ülkesi dendiğine bakmayın, buranın öyle becerikli bir hekimi var ki kime dokunsa hastalığından iz kalmaz” demişler. Böylece baba yatıştırılmış ve çocuk tezelden hekime kavuşturulmuş. Hekimbaşı usta parmakları ile hastasını tepeden tınağa bir güzel yoklamış. Hemencecik de illetin nedenini bulmuş; sorun çocuğun gözlerinde imiş. Burnun ile alnın birleştiği noktanın sağında ve solunda bulunan çukurlara gömülü, bıngıl bıngıl devinen oval iki cisimcik. Açılıp kapanan birer deri kapakla örtülü….
İşte hepimizin bildiği insan gözü, illetin nedeniymiş. Hekim böyle söylemiş, teşhisi böyle koymuş. Operasyon kısa sürede bitmiş, dışarıya çıkarmışlar çocuğu. Baba bir de ne görsün, çocuğun dünyayı görüp tanıyacağı gözlerinin ikisi de yerlerinden çıkarılmış. Çünkü körler ülkesinde herkeste göz düşmanlığı varmış. Körler bilginin, ışığın, aydınlanmanın en önemli aracı olan göze düşmanmış. Daha o çağlarda “aydınlık ile karanlığın, bilgi ile cehaletin” savaşı varmış. Ancak baba ve oğul geç anlamışlar bu gerçeği ve ağır ödemişler bedelini. Ve bu sonuç karşısında sanki dünya bir anda başlarına yıkılmış baba ile oğulun. Yaşam zindan olmuş, ama ne acı duyacak halleri kalmış, ne de acıya dayanacak güçleri. Acıyı acıyla bastırmışlar boynu bükük’’…
Deniz gördüğü düşün etkisiyle ter içinde uyanmış. Bir korku sıkıca sarılmış boğazına. Kendini o hekimin elinde imiş gibi hissetmiş. Sevdiği onca yüzü düşünmüş, ama hiç birisini anımsayamamış, sisler arasında yalnız kalmış. Bir yerlerden ince bir ezgi çarpmış kulaklarına, çoğalan, delirten bir ezgi…. Usuna babasının üzgün, perişan yüzü gelmiş, bir güvercin uçuvermiş yüreğinden, acıyla ürpermiş. Deniz’in ağzından “Baba” diye bir inilti çıkmış. Sonra gördüğünün korkulu bir düş olduğunu fark edince derin bir oh çekip rahatlamış.
Derken duruşma günü gelmiş binlerce çocuk yığılmış mahkemenin önüne, onlarca polis otosu eşliğinde Deniz mahkemeye getirilmiş. Yargıçlar sertçe bakmışlar Deniz’e. Savcı iddianamesini okumuş, yargıçların en yaşlısı korkutucu bir sesle “bütün bunları neden yaptın?” diye sorular yöneltmiş. Yargıçların bütün sorularına Deniz susarak yanıt vermiş. Yargıç öfkelenmiş dağlar kadar. Deniz’i azarlamış. “Sende hiç acıma duygusu yok mu, kalp yok mu?” demiş. Deniz ise “Ben kalbimi kuşlara verdim.” Diyerek ilk ve son yanıtını vermiş. Yargıçlar kendi aralarınada fisıldaşıp, konuşmuşlar. Sonuçta Deniz’in bir kuş gibi, demirden bir kafese konulup uzak ve ıssız bir ormana bırakılmasına karar verilmiş. Bu haber dünyadaki bütün kuşlara yıldırım hızıyla yayılmış. Bir çok kuş toplanıp, kanat çırpmışlar, dönmüşler gökyüzünde, sonra da hep birlikte saldırmışlar kafese, günlerce gagalamışlar ama nazlı gagaları parmaklıkları kırmaya yetmemiş. Kafesi parçalayamamışlar. Parçalayıp da Deniz’ i özgürlüğüne kavuşturamamışlar.
Günlerce düşünmüşler ve sonuçta hepsi gücünü birleştirerek. Deniz’i köyünün güzel ormanına götürmeye karar vermişler. Bütün kuşlar kanat açıp, kırk gün kırk gece, dağ demeden deniz demeden uçmuşlar. Deniz’in o güzelim köyünün ormanına ulaşmışlar. Yağmur yağdığında hepsi birden kanatlarını kafesin üstüne gerip korumuşlar. Güneş açtığında sevinmişler. Dünyanın her yerinde türlü türlü yiyecek ve çeşit çeşit kitap taşımışlar. Kuşlar her akşam kafesin etrafında toplanıp ötüşerek Deniz’i teselli etmişler. Cıvıltılarla uyutmuşlar, her sabah yeniden en güzel sesleriyle uyandırmışlar. Beraberce gülüp, oynayıp, şarkı söylemişler. Deniz onlara şiirler okumuş, bilge ninesinden öğrendiği masalları anlatmış, kuşlar Deniz’i anlarmış Deniz de kuşları……
İşte o gün bu gündür dünyanın bütün kuşları yavrularına kuşlara kalbini veren çocuğun masallarını anlatırlarmış. Ve onun içindir ki, dünyanın her yerinde kuşların yalnız bir sabah bir de akşam öttüğü söylenir……..
İnsan kuşları sevdi kafesleri yarattı’’
Jacgues Deval
Bir varmış bir yokmuş, adı sanı bilinen zamanın birinde, dağlardan kopup gelen çağlayanların arasında şirin mi şirin küçük bir köy varmış. Her bahar geldiğinde bir başka güzel olurmuş buralar. Doğaya binbir canlılık gelir, bir başka güzel akarmış dereler. Arılar, kadife kanatlı kelebekler çiçek çiçek gezer, daldan dala uçuşurmuş türkü gözlü kuşlar… Bir efsaneye göre güneş en güzel orada gülermiş çocuklara, oraya dökermiş ışığının en güzel renklerini. Yeryüzünün en güzel bitkileri, çiçekleri, hayvanları da oralıymış. Gökyüzünde her gece yıldızların düğünü olur, her sabah bir sevincin şöleni başlarmış. Düş mü? gerçek mi? pek ayırt edilemezmiş, etrafını çevreleyen dağlar öylesine görkemli dururmuş ki, doruklarında gökyüzü hep mavi ve engin bir denizi andırırmış. Eteklerindeki derin vadiler boy boy hayvanlar barındırır, onlara analık eder ve bütün kötülüklerden korurmuş… En vahşi hayvandan, en sessiz böceğe kadar tüm canlılar kardeşce geçinirmiş. Bir yeşil halı gibi yerleri kaplayan çimenler, nereden çıkıp, nerede tükendiği bilinmeyen pırıl pırıl sular, rengarenk çiçekler ve türlü boyalı kuşlarla bu eşsiz yer, bir başka yaşama sevinci verirmiş insanlara.
İşte bu yörede zeki mi zeki, akıllı mı akıllı küçük bir çocuk yaşarmış. Deniz adındaki bu sevimli çocuk insanları, hayvanları, kuşları, çiçekleri, ağaçları yani doğadaki güzel olan her şeyi ve bir de herkesin masal anası ismini verdiği bilge ninesini çok severmiş. O bu sevgisini lafta bırakmaz, gereğini her fırsatta yerine getirir, insanların, hayvanların, canlı cansız, doğadaki tüm varlıkların haksız saldırılara hedef olmaları karşısında, içinde sınırsız bir öfke ve acı duyarmış. Bu yüzden hep güçsüz ve haklıdan yana çıkarmış. Çünkü Deniz ninesinden hep emeği, yardımseverliği, merhametli olmayı, sevgiyi, iyiliği, dürüstlüğü, doğruluğu, temizliği, ahlaklı ve adil olmayı öğrenmiş.
Deniz gün boyu çiçeklerle söyleşir, kelebeklerle uçuşur, bilge ninesinin ardında koşuşup dururmuş kırlarda. Onun geçtiği yerlerde güller gülümser, sümbüller pembeleşir, kuşlar şarkı söyler, dağlar taşlar dillenirmiş. Hafif hafif esen rüzgarlarla ağaçlar eğilip eğilip birbirini selamlarmış. Deniz nerede solmuş sararmış bir çiçek görse, koşar su getirir, koklayıp okşayıp yeşertirmiş. Her şey öylesine ona alışıkmış ki, bir gün ortalıkta görünmese, çevreden iniltiler duyulur uzun narin kavaklar bile boynu bükük bakarmış. Öyle ki, çiçekler üzülüp büzülür, kelebekler uçmaz, kuşlar türkülerini söylemez, sular hışırtısız akarmış. Deniz sadece kuşlarla konuşmazmış. Köylülerin söylediklerine göre, o bütün hayvanların dillerinden de anlarmış. Onlarla saatlerce söyleşir. Birbirileriyle iyi geçinmelerini öğütlermış.
İşte Deniz, bu gizemli doğanın koynunda doğmuş, orada büyümüş orada tanımış çiçekleri. Kuşlarla dostluğu, arkadaşlığı da orada başlamış. Küçücük yüreği dünyayı içine alacak kadar geniş, sevgisi dünyayı ısıtacak kadar sıcakmış. Bu güzel çocuk yaşamına renk veren, anlam katan sevgisinin sesini de orada bulmuş. Hiç bir canlının başka bir canlıya haksızlık etmesine gönlü razı olmazmış. Onun bu sesini duyan her canlı bütün kötülükleri unutur, sadece iyilik düşünürmüş.
Ve bir gün Deniz bu güzelim köyünden ayrılmak zorunda kalmış. Kuşların ötüşü, serin suların çağlayışı kulakları okşayıp yüreklere dökülürken, çiçekler solumalarını sıklaştırmış. Bütün köylüler gediğin tepesini aşıp, Deniz’ i uğurlamışlar; iyi yolculuklar dilemişler. Ninesi o kadar çok üzülmüş ki, sözcükler onun ayrılık acısını anlatmaya yetmemiş. Hiçbir canlının başka bir canlıya veremeyeceği ve hiç bir canlının anlayamayacağı bir şefkat ve sevgiyle basmış bağrına. İçi ılık ılık duygularla dolup kabarmış, o yaşlı yüreğine ince ince çağlayanlar akmış da, yangınını söndürememiş. Torunu uzaklaşıncaya dek çırpınan yaralı bir kuş kanadı gibi, yaşlı gözlerle el sallamış ardından, dualar mırıldamış. Deniz uzaklaşır uzaklaşmaz hemen bütün köylüler onu özlemeye başlamışlar. Bu sevginin kaynağı neredeymiş, neymiş kimse akıl erdirememiş.
Deniz şehirler geçmiş, trenler, otobüsler, vapurlar, otomobiller ve uçaklar görmüş: görünce de ağzı bir karış açık kalmış, zira köyünü çevreleyen dağların ötesini hiç mi hiç bilmezmiş.
Deniz uygarlığın teknolojik nimetlerinden uzak, fakat bozulmamış, kirlenmemiş, temiz ve bakir bir doğa ortamında yaşarken, babası onu alıp uzak bir ülkeye götürmüş. Bu ülkenin renk renk lale bahçeleri, yel değirmenleri, altın saçlı gökgözlü güzel çoçukları varmış. Ancak getirildiği kent beton yığınları ile kaplı, soluk alamayacak derecede kalabalık, gürültülü ve telaşlıymış. Doğup büyüdüğü yerlere hiç benzemediği gibi, her akşam kocaman fabrika bacalarından çıkan, kirli kara bir duman abanırmış kentin üstüne. Kent soluk alamazmış. O zaman gökyüzü ışığını yitirir, sokak lambaları bile zar-zor ışıldarmış. Burada insanlar kendilerini kalın beton duvarlar arkasına, kuşları kafeslere, çiçekleri özgür doğadan koparıp saksılara koymuşlar. Kafesteki kuşlar aç değilmiş ama özgürlükleri yokmuş. Saksıdaki çiçekler susuz değilmiş ama doğal güzellikleri kalmamış. içeklerin renkleri ve kokuları, kuşların ötüşleri yapaymış. İnsanların neşeleri gülüşleri ve ağlayışları da.
Okula başlamış Deniz. Sınıflar çocuk doluymuş, ancak Deniz yalnızmış, bir türlü alışamamış kalabalıklara, kent yaşamına… Yitirdiklerini ararmış Deniz, gözünde tütermiş insiz köyü, yemyeşil dağlar, serin pınarlar, kuşlar, yeleleri rüzgarda savrulan atlar, koyunlar, kuzular, bir de dünya tatlısı nineciği.
Onca kalabalığın orta yerinde yapayalnız kalmış; ne o anlatabilmiş kendini başkalarına, ne de başkaları onu anlamak istemiş. Bir tren geçermiş Deniz’in özlemlerinde, bir kuş ötermiş, o kuytu bir köşeye çekilip ağlarmış. Kimi zaman özlemi dayanımaz bir hal alırmış, yakıp tutuştururmuş yüreğini. Deniz’in bu durumuna öğretmeni çok üzülürmüş. “Sen zeki ve yetenekli bir çocuksun bu günler çabuk geçer buraya da alışırsın” diyerek Deniz’ i teselli etmeye çalışırmış. Ama o dalgınmış, bilincini yitirmişçesine boş boş bakarmış etrafına. Artık düşüncelerinin içinde öyle eriyip yitmiş ki, bu ona sonsuz derece acı verirmiş.
Bir de Deniz’ in kafasını sürekli yoran bazı sorular varmış. Neden kuşların, çiçeklerin zgürlüklerini kısıtlayıp, kafeslerde ve saksılarda tutsak olarak yaşatırlar? Kuşlar ve çiçekler evlerdeki saksılar ve kafesler için yaratılmamıştır ki? Acaba bütün bu haksızlıklar ve acımasızlıklar geçici ve basit bir doyum duygusu için miydi? Peki, kocaman adamların bu tutumuna karşı, ya çocuklar niçin kayıtsız kalıyordu? Onlar, kuşların ve çiçeklerin özgürlüğü için neden bir çaba harcamıyordu?
Deniz bu sorunları günlerce düşünmüş; çiçeklerin saksılara, kuşların kafeslere konulmasına bir anlam yüklemeye çalışmış, ama becerememiş. Gün geçtikçe suskunlaşmış, konuşmaz gülmez olmuş ve yemeden içmeden kesilmiş. Sanki uzak diyarlarda dilsiz, kolsuz, kanatsız kalmış. Gitgide içine kapanmış, yapılan bu haksızlıklara öfkelenmiş, ancak bağırıp çağırmamış, suskunlukla direnmiş.
Derken bir gece hastalanmış Deniz. Günlerce ateşler içinde yatmış, yatarken de köyünü sayıklamış, uyanıkken Perihan ninesini hayal etmiş. Ninesi yine ona öğütler vermiş, destek olmuş yalnızlığında, yol göstermiş. Ninesi Deniz’e “Konuş Deniz’im, yine göz kırp yıldızlara, çiçeklere gülümse, gülücükler dağıt, göster sevgi dolu yüreğini herkese. İyi olmalısın sen, hastalanırsan üzülürüz. Yaşlı yüreğim dayanamaz acına. Sonra bütün kuşlar da üzülür; dağlar, taşlar başlar ağlamaya. Yerin kulağı duyar olup biteni, bütün ormanlar yas tutar. Menekşeler sulara döker kirpiklerini, sular acı keser, acı yolları…” dermiş. Sonra bir an duraksar, yorgun ciğerlerini soluklandırır ardından Deniz’in saçını okşar, konuşmasını yine sürdürürmüş.
Ama Deniz onun söylediklerinin çoğunu duymaz, atların kişnemeleri, kuzuların melemeleri arasında rüyalara dalarmış. Köyünde iken her akşam yatmadan önce, ninesi Deniz’e kuşlar, çocuklar ve çiçeklerle ilgili masallar anlatırmış. Sonra. “o yıldız senin, bu yıldız benim” diye ninesiyle yarışır, gökyüzünün sonsuz ışıltısına bakar, uyurlarmış. Oysa Deniz bu kente geleli bir yıldız bile görememiş.
Günler sel gibi haftalar yel gibi geçip gitmiş. Deniz iyileşip eski sağlığına kavuşmuş, ama özlemi hiç mi hiç dinmemiş. Nereye gitse özlemini de oraya götürmüş. Zaman zaman özlemi içinde onulmaz bir sızı olur depreşir. Ne yapsa ne etse önüne geçemezmiş.
Deniz zeki, enerjik, başarılı ve itinalı bir çocukmuş. Ögretmenleri onun bu niteliklerini yararlı bilgi ve sağlıklı bir çevre bilinciyle dengede tutmak için yoğun bir çaba içine girmişler. Deniz de yavaş yavaş okul yaşamına alışmış. Bu nedenle öğretmenleri iyi bir şey başarmış olduklarını düşünerek gönenmişler, kıvanç duymuşlar. Çünkü Deniz en zor meseleler üzerinde bile inanılmaz ölçüde düşünceler üretir, günlük ders ve ödevlerini büyük bir istekle hazırlar, olumlu taraflarını eliştirmeye çalışırmış.
Deniz her zaman sevimli, duygulu, insanları kırmamaya özen gösteren, herkesin yardımına koşan bir çoçuk olduğunu göstermiş. Onun doğa sevgisi ve bilgisi de herkesin dikkatini çeker ve bu güzel nitelikleri çevresinde sevilmesini sağlarmış. Hatta, onun bu özelliklerini öğretmenleri diğer çocuklara anlatıp, örnek gösterirmiş. Anne ve babası da Deniz’ i bu meziyetleri nedeniyle dünyanın en akıllı çocuğu olarak görürlermiş.
Deniz bir yandan çevresine uyum sağlamaya diğer yandan da kendine yeni uğraşlar edinmeye çalışıyormuş. İşte o günlerde, evlerinin önüdeki küçük bahçeyi düzenlemek aklına gelmiş ve şimdiye kadar bunu düşünemediği için de kendine kızmış. O günden sonra en büyük uğraşı bahçesi olmuş. Oraya çeşitli bitkiler dikip, çiçekler ekmiş. Bahçesindekiler de boy verip renklenince bütün boş zamanlarını onlara bakmakla geçirir olmuş.
Çiçeklerin yanında mutlu olurmuş ya yine de içten içe hüzünlenirmiş. Çünkü, Deniz bu insanları anlamıyormuş. Onlar, kendilerini doğadan uzak, beton duvarlar arkasına kapattıkları yetmiyormuş gibi kuşları da kafeslere tıkmışlar…
Her şey bir yana da ya o büyük kentlerin meydanlarında gördüğü sürü sürü tembel güvercinlere, kirli kanal sularında nazlı nazlı yüzen kuğulara ne demeliydi? Böylesine kanatları olur da, kentlerin o pis havasında, suyunda nasıl dururlardı? Uğuldayan iş makineleri, göğü kirleten fabrika bacaları, araba sesleri, eksoz dumanları, müzik diye zangır zangır bağıran hoperlörler ve estetikten uzak, çirkin apartmanların arasında nasıl yaşanır? Deniz bu soruları durmadan sormuş kendine, ama yanıt bulamamış. Çocuk aklı anlamaya, yanıtlamaya yetmemiş bu soruları.
Ve günün birinde öfkesi öylesine büyümüş ki, gidip babasının onarım işlerinde kullandığı keskin mi keskin testereyi alıp, fırlamış sokağa. Kafes gördüğü ilk eve dalmış ve buradaki kafesi kesmiş. Ve o günden sonra, her gece evlere girip, kafeslerin çubuklarını keserek kuşlara özgürlüklerini vermeye başlamış. Deniz’ in bu yaptıkları kafes sahiplerini çılgına çevirmiş tabiî. Günlerce gazetelere ilanlar verilip, duvarlara afişler asılmış. Radyo ve televizyonlarda duyurular yayınlanmış. Bu yayınlarda, “Korkunç ve affedilemez suçu işleyen canavar” hakkında bilgi verenlerin ödüllendirileceği açıklanıyormuş. Ancak Deniz yılmamış. Yine her fırsat bulduğunda evlere, bahçelere girip kafesleri kesmeye devam etmiş. O ülkeyi yönetenler çok kızmışlar bu işe, kentin bütün polisleri bu kafes canavarını yakalamak için yarışa girişmiş, günlerce pusu kurup beklemişler. Ama bu bir sonuç vermemiş. Bir defa polis, asker bütün ülke düşmüş bu kafes canavarının peşine. Yine günler, haftalar, aylar geçmiş ama yakalayamamışlar.
Deniz, bir akşam yine elinde testeresiyle büyükçe bir eve girmeye çalıştığı sırada pusu kuranlar tarafından yakalanmış. Ve bu haber ülkenin her yanında bomba gibi patlamış. Gazeteler Deniz’in boy boy fotoğraflarını basmış, televizyonlar çeşitli görüntüleri getirmiş ekranlarına, radyolar ise her haberinde duyurmuşlar. İlgililer ise bu “canavarın” yakalanışına müthiş sevinmişler. Günlerce süren şölenler düzenlenmiş, bayram gibi kutlamışlar bu başarılarını.
Ama bu sevince katılmayanlar da varmış: ülkenin altın saçlı, gökgözlü, güzel çocukları Deniz’in yakalanışını üzülerek karşılamışlar. Topluca göşteriler düzenleyip yönetimi protesto etmişler. Özgürlük istemişler. Deniz özgür olsun demişler.
Ancak çocukların bu çığlıklarını sağır yürekler duymamış. Mahkemeler kurulmuş, kurullar toplanmış, dünyanın dört bir yanından pedagoglar, psikologlar, bilim adamları çağrılmış. Herkes Deniz’in işlediği suçun nedenini araştırmaya koyulmuş.
İlk gece, polis merkezinde, üşüyüp ağlayan Deniz’in gözünü uyku tutmamış. Yaptıklarını ve kendisine yapılanları düşünmüş. Kendince suç kavramını sorgulamış ve “kim suçlu?” sorusuna yanıtlar aramış. Kafeslerini kırdığı ev sahiplerini düşünmüş, özgür kalınca kanatlarını sevinçle çırpan minik kuşları…
Sonra arkadaşlarını, öğretmenlerini, anasını ve babasını, ninesini düşünmüş. Yüreği sızlamış Deniz’in hepsini de özlediğini anlamış. Ertesi gün ziyaretçileri olmuş Deniz’in. Öğretmenleri ve okul arkadaşları gelmiş, renk renk çiçekler, çeşitli hediyeler verip onu teselli etmeye çalışmışlar. Ziyaret saati bitince de boynu bükük gitmişler. Ardından bütün ülkenin sarı saçlı, gökgözlü çocukları Deniz’e üzüntülerini belirten kartlar, mektuplar göndermişler. Ama kurulan mahkeme çok acımasızmış. Çocukların protestosunu da hiç önemsemiyormuş. Deniz’i diğer çocuklara da kötü örnek olmasın diye cezalandımak istiyormuş yargıçlar.
Deniz, uykusuz geçirdiği bir gecenin verdiği yorgunlukla hemen uykuya dalmış ve dalar dalmaz da başlamış rüyalar görmeye. Rüyada yaşlı bir ninecik oturmuş bir pınarın başına, Deniz’ e “körler ülkesi” masalını anlatıyormuş, ama bu bilge ninesi değilmiş. Rüyadaki ninenin anlattığı masal şöyleymiş;
“Evvel zaman içinde, kalbur zaman içinde, dünyanın bir yerinde, bir baba ile oğul varmış, bunların fazlaca bir dertleri yokmuş; işleri, aşları onları kimseye muhtaç etmezmiş. Ama babanın bir sorunu varmış; oğlunun eğitimsizliği ve cehaleti. O devirlerde ne oğlunu gönderebileceği bir okul ne de ders verebilecek öğretmenler varmış. Okul ve öğretmenler yokmuş ama çocuk dünyayı tanımalı ve bilmeliymiş. Çünkü babanın inancı, “Alimler gözlüdür, Cahiller ise kör’’ biçimindeymiş. Sonuçta baba karar vermiş; oğlunun gözü açılmalı, dünyayı görüp tanımalıymış. Baba ile biricik oğlu bilinmeyen ülkelere doğru yola çıkmışlar. Az gitmişler uz gitmişler, sonunda bir de bakmışlar ki, körler ülkesi diye bir yere gelmişler. Olacak bu ya, tam körler ülkesine geldiklerinde, çocuk bir hastalığa yakalanmış. Eli ayağı tutmaz olmuş. Baba şaşkın, çocuk bitkin uçan kuştan medet ummuşlar. Tam o anda “korkma” diye yüreklendirmişler. Babanın etrafına toplananlar. Ve, “siz buranın körler ülkesi dendiğine bakmayın, buranın öyle becerikli bir hekimi var ki kime dokunsa hastalığından iz kalmaz” demişler. Böylece baba yatıştırılmış ve çocuk tezelden hekime kavuşturulmuş. Hekimbaşı usta parmakları ile hastasını tepeden tınağa bir güzel yoklamış. Hemencecik de illetin nedenini bulmuş; sorun çocuğun gözlerinde imiş. Burnun ile alnın birleştiği noktanın sağında ve solunda bulunan çukurlara gömülü, bıngıl bıngıl devinen oval iki cisimcik. Açılıp kapanan birer deri kapakla örtülü….
İşte hepimizin bildiği insan gözü, illetin nedeniymiş. Hekim böyle söylemiş, teşhisi böyle koymuş. Operasyon kısa sürede bitmiş, dışarıya çıkarmışlar çocuğu. Baba bir de ne görsün, çocuğun dünyayı görüp tanıyacağı gözlerinin ikisi de yerlerinden çıkarılmış. Çünkü körler ülkesinde herkeste göz düşmanlığı varmış. Körler bilginin, ışığın, aydınlanmanın en önemli aracı olan göze düşmanmış. Daha o çağlarda “aydınlık ile karanlığın, bilgi ile cehaletin” savaşı varmış. Ancak baba ve oğul geç anlamışlar bu gerçeği ve ağır ödemişler bedelini. Ve bu sonuç karşısında sanki dünya bir anda başlarına yıkılmış baba ile oğulun. Yaşam zindan olmuş, ama ne acı duyacak halleri kalmış, ne de acıya dayanacak güçleri. Acıyı acıyla bastırmışlar boynu bükük’’…
Deniz gördüğü düşün etkisiyle ter içinde uyanmış. Bir korku sıkıca sarılmış boğazına. Kendini o hekimin elinde imiş gibi hissetmiş. Sevdiği onca yüzü düşünmüş, ama hiç birisini anımsayamamış, sisler arasında yalnız kalmış. Bir yerlerden ince bir ezgi çarpmış kulaklarına, çoğalan, delirten bir ezgi…. Usuna babasının üzgün, perişan yüzü gelmiş, bir güvercin uçuvermiş yüreğinden, acıyla ürpermiş. Deniz’in ağzından “Baba” diye bir inilti çıkmış. Sonra gördüğünün korkulu bir düş olduğunu fark edince derin bir oh çekip rahatlamış.
Derken duruşma günü gelmiş binlerce çocuk yığılmış mahkemenin önüne, onlarca polis otosu eşliğinde Deniz mahkemeye getirilmiş. Yargıçlar sertçe bakmışlar Deniz’e. Savcı iddianamesini okumuş, yargıçların en yaşlısı korkutucu bir sesle “bütün bunları neden yaptın?” diye sorular yöneltmiş. Yargıçların bütün sorularına Deniz susarak yanıt vermiş. Yargıç öfkelenmiş dağlar kadar. Deniz’i azarlamış. “Sende hiç acıma duygusu yok mu, kalp yok mu?” demiş. Deniz ise “Ben kalbimi kuşlara verdim.” Diyerek ilk ve son yanıtını vermiş. Yargıçlar kendi aralarınada fisıldaşıp, konuşmuşlar. Sonuçta Deniz’in bir kuş gibi, demirden bir kafese konulup uzak ve ıssız bir ormana bırakılmasına karar verilmiş. Bu haber dünyadaki bütün kuşlara yıldırım hızıyla yayılmış. Bir çok kuş toplanıp, kanat çırpmışlar, dönmüşler gökyüzünde, sonra da hep birlikte saldırmışlar kafese, günlerce gagalamışlar ama nazlı gagaları parmaklıkları kırmaya yetmemiş. Kafesi parçalayamamışlar. Parçalayıp da Deniz’ i özgürlüğüne kavuşturamamışlar.
Günlerce düşünmüşler ve sonuçta hepsi gücünü birleştirerek. Deniz’i köyünün güzel ormanına götürmeye karar vermişler. Bütün kuşlar kanat açıp, kırk gün kırk gece, dağ demeden deniz demeden uçmuşlar. Deniz’in o güzelim köyünün ormanına ulaşmışlar. Yağmur yağdığında hepsi birden kanatlarını kafesin üstüne gerip korumuşlar. Güneş açtığında sevinmişler. Dünyanın her yerinde türlü türlü yiyecek ve çeşit çeşit kitap taşımışlar. Kuşlar her akşam kafesin etrafında toplanıp ötüşerek Deniz’i teselli etmişler. Cıvıltılarla uyutmuşlar, her sabah yeniden en güzel sesleriyle uyandırmışlar. Beraberce gülüp, oynayıp, şarkı söylemişler. Deniz onlara şiirler okumuş, bilge ninesinden öğrendiği masalları anlatmış, kuşlar Deniz’i anlarmış Deniz de kuşları……
İşte o gün bu gündür dünyanın bütün kuşları yavrularına kuşlara kalbini veren çocuğun masallarını anlatırlarmış. Ve onun içindir ki, dünyanın her yerinde kuşların yalnız bir sabah bir de akşam öttüğü söylenir……..
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)